Shared posts

11 Oct 06:40

Kayıp Aranıyor (Afiş)

by iç-mihrak

16 Aug 13:55

ABD’nin neden devlet televizyonu yok?

by Amerika Bülteni
ABD dışında neredeyse bütün ülkelerde televizyon yayıncılığı devlet tarafından başlatıldı ve bir zamanlar sadece devlet televizyonları vardı. ABD'de neden böyle olmadı?

[[ This is a content summary only. Visit my website for full links, other content, and more! ]]
13 Aug 19:48

MİZAH DERGİLERİNİN SATIŞLARI NE DURUMDA?..

by MİZAHHABER
MİZAHHABER ÖZEL HABER - Mizah dergilerinin satışları okur tarafından pek bilinmez oldu. Eskiden bu tirajlar belli sitelerde yayınlanıyordu. Sonra bir dönem bu tirajlar saklanmaya başladı. Dağıtım şirketlerinin bu bilgiyi vermesine engel olundu. Özellikle Leman dergisinin tirajının çok düştüğü bir dönemdi bu bahsettiğimiz dönem. MİZAHHABER'i takip eden mizahseverlerden son zamanlarda bu yönde
02 Aug 13:46

Ahmet Şık: Türkiye’de gazetecilere güvenmiyorum

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)

Ahmet Şık: Türkiye’de gazetecilere güvenmiyorum

Amerika’nın Sesi İstanbul muhabiri Hilmi Hacaloğlu’nun konuştuğu gazeteci Ahmet Şık, "Ben Türkiye’de gazetecilere güvenmiyorum. Türkiye’de gazeteciler kriz dönemlerinde örgütlenmeye çalışıyor. Bu kriz de hep ekonomik kriz ve işten atılma dönemleri oluyor. Bu bir kere çok büyük defo" dedi.

Odatv soruşturması sırasında tutuklanan, daha sonra serbest bırakılan gazeteci Ahmet Şık, ‘Türkiye’de baskı rejimi’nin hüküm sürdüğünü söylüyor. Son dönemde hükümetle yarışan liberal yazarları herkesten özür dilemeye çağıran Şık’a göre, gazeteciliğin kurtuluşu için bağımsız alternatif medya şart.

Hacaloğlu: Türkiye’de sansür otosansür, baskı tartışması bitmek bilmiyor. Medyanın cumhuriyet tarihi içinde en ağır baskı altında kaldığı iddiaları var. Bu iddialar, eleştiriler ne kadar doğru?

Ahmet Şık: Bu ülkede sansür ve otosansür hep bakiydi. Ama ben Türkiye basın tarihinin en ağır baskı dönemlerinden birini yaşadığını düşünüyorum. Bu kadar gazetecinin işsiz kalması, bir takım televizyon programcılarının işine son verilmesi tesadüf değil ki!  Sadece son iki yılda gazetelerde köşesini kaybedenler, gerçekten gerçeğin peşinde olan muhabirlerin kapı dışarı edilmesi, Türkiye’deki rejime ‘baskı rejimi’ adını koymamızı sağlıyor.

‘Kürtlerle savaşın en ağır olduğu 90’larda bile gazetecilik yapıyorduk’


​Hacaloğlu: 90’lı yıllarda da ciddi baskı vardı.

Ahmet Şık:
Ben 91’de işe başladım. Kürtlerle olan savaşın en şiddetli dönemiydi. Biz o zaman habercilik yapabiliyorduk. Savaşın şiddetli en ağır hak ihlallerinin yapıldığı, demokrasinin ayaklar altında olduğu bir dönemden bahsediyorum. O zaman bile ana akım medya içerisinde habercilik yapılabiliyordu. Şu an yapılamıyor. Bunu da şunun üzerine kuruyorum. 80 darbesi sonunda ANAP’ın tek başına iktidar olduğu dönem var. Ondan sonra AKP’nin 3 Kasım’da iktidara geldiği döneme dek yani 11 yıl hep parçalı hükümet dönemi. AKP iktidarı bize demokrasisi ‘melez’ olarak tanımlanan ülkeler için en iyi yönetim biçiminin koalisyon olduğunu kanıtladı. Neden mi? Çünkü güçlü bir iktidar siyasi ya da ekonomik baskı kurarak kurumları denetim altına aldığında, kamusal denetim yapacak güç ortadan kalkıyor. Ama parçalı hükümette böyle bir şey söz konusu değil. 10 yıldır çok güçlü bir iktidar var.

2007’de Ergenekon diye başlayan siyasi davalar zinciriyle birlikte kendisine muhalif olabilecek ya da farklı şekillerde hükümeti baskı altına alabilecek unsurları ortadan kaldırdı. Yani askeri vesayeti ortadan kaldırdı. Askerin siyasetin geri planına itilmesi bana sorarsan iyi bir şey. Şüphesiz askeri vesayetin sivil alandan çekilmesi olumlu. Ama yerine gelen de ağır bir vesayet rejimi.

‘Medyada 80’li yıllarda kirli bir büyüme başladı’

Hacaloğlu: Medyanın sermaye yapısını nasıl buluyorsunuz? Son 10 yılda yepyeni oyuncular girdi hatta giriyor medya sektörüne.


Ahmet Şık: 1980 darbesine gelinceye dek küçük aile şirketlerinin elinde medya. Ve o zamanlarda medya değil basın deniyor. Teknolojinin gerisinde, holdingleşmemiş bir yapı. Ancak darbeden sonra medyada kirli bir büyüme oluyor. Çok para sektöre giriyor. Kirlilikten kastım, devlet teşviğiyle büyütülmüş bir medya. Devlete bağımlı hale getirilmiş. Kazandığı paraları başka sektörlere yatırmış. Yolsuzluklar yapmış bir medya. Batık bankalar döneminde zaten neyin ne olduğunu gördük. Yeni medya patronların devletle ve hükümetle kurduğu ilişki tamamen ekonomik çıkar ilişkisi. Sahip oldukları medya sektörünün tamamen siyasi iktidarın çıkarlarına uygun hale getirerek devletten ihale kapma yolunu seçiyorlar.

Hacaloğlu: Asli işlerine destek olmak için mi medyaya giriyorlar?

Ahmet Şık:
Siyasi nüfuz aracı olarak medya güçlerini kullandılar.  Enerji dağıtım ihalelerine girdiler, devlet ihalelerine girdiler, büyük inşaat projelerine giriştiler. Koskoca medya patronlarının petrol dağıtım şirketleri var. Hepsinin birer bankası vardılar. Etibank’ın nasıl soyulduğunu gördük. Dinç Bilgin içeride değil. Neden? Devlete parasını ödemiş. Bu hırsızlık yaptığı gerçeğini değiştiriyor mu? Şimdi iktidara yakın durarak, eski iktidar sahiplerini hedef alan açıklamalar yaparak dışarıda özgürlüğünü satın alıyor. Bu korkunç bir şey ama bu son otuz yılın meselesi bu.

‘İslamcı medya şimdi 28 Şubat mağduriyetinin kat be kat fazlasını yapıyor’

Ahmet Şık:
28 Şubat, Cumhuriyet tarihinin en korkunç dönemlerinden biriydi. Fiili darbe dönemiydi ve ilk kez hedefine İslamcı camiayı koymuştu. Önceki darbelerde hiçbir zaman İslamcılar hedef alınmadı. 12 Eylül zaten kızıl kuşak yerine yeşil kuşak olsun projesiydi. Zaten böyle palazlandı. İslam düşüncesi zaten otoriteyle bir sorun olarak kendini var etmez. Bütün darbeleri alkışlayan bir cenahtan bahsediyoruz. İnsanların ne denli demokrat olduğunu Gezi diye bahsedilen Haziran ayı bize kanıtladı. Demokrasiyi özümsemiş bir yerde durmuyorlar. Tamamen iktidarın kim olduğuyla ilintili bir demokrasi anlayışı var. İslamcı basına o dönemde alan açtılar ama şimdi bir sivil iktidar döneminde en az 28 Şubat dönemi kadar baskı var. Ama ne acı ki 28 Şubat medyası o zaman ne yapmışsa bugün kat be kat fazlasını yapan bir İslamcı medya var.

Hacaloğlu: Neden gazeteciler bir araya gelip gazeteciliği veya demokrasiyi tartışmıyor? Bunun zemini mi yok? Bu kutuplaşma gazetecileri de mi birbirinden uzaklaştırıyor?

Ahmet Şık:
Buradaki açmaz şu: 2007’de başlayan Ergenekon, Balyoz, Devrimci Karargah, KCK davaları ve kenarda kalmış öğrencileri bunlar çok önemli kerteriz noktaları. Bu davalar üzerinden Türkiye’de çok ciddi kutuplaşma yaratıldı. Kutuplar çok keskin, ülke ortadan ikiye yarılmış duruyor. O siyasi davalar üzerinden Türkiye’yi kutuplaşma görevi bizzat basın yerine getirdi. Bu sayede basın kendi de kutuplaştı. İşte yandaş olan yandaş olmayan meselesi. Bana sorarsan irili ufaklı birkaç muhalif yayın organını saymazsak Türkiye’de yandaş olmayan medya yok. Ana akım medyanın tamamında ideolojik olarak yakın durmasa bir ekonomik ve siyasi baskı nedeniyle kendini yakın durmak zorunda hisseden bir medya oluşturuldu. Her iki cenah da -yani AKP karşıtı olarak kendini konumlandıran medya da- bu kutuplaşmayı oluşturdu. Bu da iki tarafın da temel meselesinin demokrasi olmadığını gösteriyor.  Az önce söyledim bu baskı ve zulüm sisteminde rol oynadıklarını düşünüyorum. Diğerleri kadar keskin değilim ama samimi bir özeleştiri lazım. Hatayı ben de yaparım sen de yaparsın. Bu ağabeylerimiz ablalarımız da yaptı. İsim vermeyeceğim. Birisi “ 2010 referandumunda evet dedim şu gerekçelerle haklıyım şimdi de eleştiriyorum şu gerekçelerle haklıyım“ diye yazı yazdı. Peki ne zaman haksızsın? Ben şimdi herkesin eleştirdiği argümanlarla referandumda hayır denmeli dediğimde bana en hafifinden ‘Kemalist” diye eleştiri getiriyorlardı.  Ve Ergenekoncu diyorlardı ki zaten dava olarak da karşıma geldi. Benim tek derdim demokrasinin kurumsallaşması, yerleşik hale gelmesi ve herkes için eşit hale gelmesi başka bir derdim yok. Tarif ettiğim demokrasiyi getirecek parti AKP değil. Ama az önce saydığım cenahtan bazıları o demokrasinin Erdoğan’la geleceği düşündüler. Hataları da buydu. Bunu düşünebilirler. AKP’nin ilk iki yılı benim açımdan da gayet iyiydi. 2005’ten itibaren işaret fişeği çakıldı ama görmediler.

Hacaloğlu: Neden göremediler?

Ahmet Şık:
Hrant Dink suikasti, Hrant ağabeyin öldürülmesi büyük bir yara bu insanların önemli bir bölümü için. Benim için de öyle.

‘Dink suikasti toplumu kutuplaştırmak için kurgulandı’

Ahmet Şık:
Liberaller açısından Dink suikasti kabul edilmezdi. Ben Hrant  abinin suikastinin toplumu kutuplaştıran davalar zincirinin başlaması için kurgulanmış bir suikast olduğunu düşünüyorum. Dink suikasti Ergenekon diye adlandırılan 2007 sürecinin başlamasında en önemli yapı taşıdır. Hrant abi öldürülmeseydi Ergenekon bu kadar meşru zemin bulamayacaktı.

Hacaloğlu: Derin devletten başkaları da mı var bu işin içinde?

Ahmet Şık:
Yeni ve eski derin devletin sahiplerinin ortak çalışması sonucu Hrant abi katledildi. Birileri planladıysa yeni sahipleri de bu planı bildikleri halde engellemediler.  Zaten bakıyorsunuz ihmali olan kurumlar kim? Emniyet. Bunlardan yargı önüne çıkan ceza alan var mı? Yok. Bir tek dönemin istihbarat şube müdürü Ahmet İlhan Güler ceza aldı.  Başka ceza alan yok. İkinci grup kim? MİTçiler. Hrant abiyi İstanbul Valiliğinde tehdit eden kişi terfi ettirildi. MİTçilerin soruşturulması demek AKP’nin soruşturulması demek o yüzden dokunulamıyor. Suikastin öncesinde faşizan bir iklim var. Onun en önemli aktörleri Ergenekon soruşturmalarında içeri alınıyorlar. Ben de onlar tutuklandığında “oh be” dedim. Onları Hrant abinin katili olarak görüyordum. Doğrudan tetiği çekmemiş olmasalar da o emri vermemiş olsalar da o siyasi iklimi beslediklerini düşünüyordum. Halen de öyle düşünüyorum. Ama be kardeşim koskoca Ergenekon gibi soruşturmanın içine Hrant Dink suikastini neden dahil etmezsin? Niye soruşturmazsın? Bunlar kuşku yaratıyor.

Hrant Dink suikastiyle liberal cenahı tavlamak çok kolay oldu. Hrant ağabey hepsinin arkadaşıydı. Şuna inandılar, “bu hükümet o faşistleri içeriye alarak Dink suikastini bir noktaya getirecek ve derin devletle hesaplaşacaklar.” Ama çok yanıldılar. O yanılgıyı söylemeleri gerekiyor. Ama şimdi kıymet-i harbiyesi yok. Çünkü bu faşizan sistem hepimizi hedef haline getirdi. Daha önce bu duruma işaret eden insanları ‘Ergenekoncu’ ilan ettikleri için suç ortaklıkları var. Ve hala özeleştiri vermedikleri suç ortaklıkları var. Ha bu arada muhalefette olan CHP, AKP’den daha gerici bir parti. Böyle bir şey de var. CHP içerisinde iki kanat var. Biri ulusalcı biri demokrat. Parti yönetimi karar vermiyor.

Hacaloğlu: Seçim barajı düşse ne olur? Bu cepheleşme azalır mı?

Ahmet Şık:
Belki ama Türkiye’de seçmen profilini karşılayan tek parti AKP. Sağcılık, muhafazakarlık, milliyetçilik, hepsi var.

‘AKP’ye karşı Birleşik Cephe’ye karşıyım’

Hacaloğlu: Ama bir taraftan da Kürt meselesinde çözüm süreci yürüyor.

Ahmet Şık:
Doğru ama ne kadar samimiler benim şüphelerim var. Hala ayrıntısını bilmiyorum ama Kürt hareketine güveniyorum. Devletin ne olduğunu en iyi bilen grup Kürtler. Ben bu Gezi sürecini şöyle tanımlıyorum. Türkler, Kürt olmayı öğreniyor. Bir ayda Türkiye’nin batısında yaşanan şiddeti 90 yılla çarptığınızda karşısına Kürt sorunu yazmak çok mümkün. Bu süreçten er şey bir şey öğrendi ama ben en çok AKP’ye karşı Birleşik Cephe’ye karşı çıkıyorum. Benim meselem AKP’yle değil. Tayyip Erdoğan’la da değil. Çünkü onlar bir enstrüman, sistemin şu anki aracı. Meseleyi burada sistemin kendisiyle mücadele olarak koymak gerek. Bununla mücadele ederken Birleşik Cephe’yi kim kurar ona bakmak lazım. Kürt meselesinde savaşın dilini mi kullanıyor yoksa barışın dilini mi? Irkçılar mı değiller mi? Ermeni meselesinde nerede duruyorlar? Dini azınlıklar meselesinde nerede duruyorlar? Başörtüyü inancın gereği bir hak olduğunu kabul ediyorlar mı etmiyorlar mı? Bu beş meselede demokrasinin yanında mı karşısında mı duruyorlar? Benim için mesele bu kadar net. Gezi’de Pamukoğlu’nun taraftarları vardı, TGB’liler, İşçi Partililer vardı, CHP’nin ulusalcı kanadı vardı. Ben onlarla yan yana duramam.

‘Benim için Gezi’de yapılan gazetecilik turnusol kağıdı’

​Hacaloğlu: Bu isimlerle gazetecilik ya da demokrasi tartışmak, birbirini anlamak neden mümkün olmuyor?


Ahmet Şık: İmkansız. Şu süreçte ana akım medyanın içinde en sağdan en sola gazeteciler barındırılıyor ya. Hani şöyle de savunuluyor. Biz her fikre saygılıyız. Kimse her fikre saygılı değil, keşke olunsa. Herkesin safı çok net ortaya çıkmışken ben fikrine saygı duyuyorum diye herkesle aynı ortamda çalışmam. Gezi benim için turnusol.

‘Başbakan ilk kez Gezi’de yenildi ve artık korkuyor’

​Hacaloğlu: Gazetecilik bu süreçte büyük yara aldı. Bu nasıl tamir edilir?

Ahmet Şık:
Bu süreç iki şeyi faş etti. Bir, iktidar baskısı ve zulmünün ne olduğunu ortaya koydu. Bunu da arkasında duracağımız, sivilleşme, demokratikleşme, darbelerle ve derin devletle mücadele gibi kavramların ardına gizlenerek yapıyor. Bu iktidar toplumsal muhalefeti bölerek yönetmeyi çok iyi biliyor. Ama ilk kez o böldükleri toplumsal muhalefet ilk kez bir araya geldi. Ve AKP 11 yıl boyunca ilk kez yenildi. Bana sorarsan Başbakan artık korkuyor. Zaten Yiğit Bulut gibi birini kendine başdanışman seçmesi bunu kanıtlıyor. Sırtında Apo posteri olanla, Türk bayrağı taşıyan iki kişi omuz omuza halay çekiyordu. Bunu gördüm ben. Gezi’de Kürtlerle siyaseti normalleştiren bir şey yandı. Bu çok iyi. Kadıköy’de 8-10 bin kişi Lice olaylarıyla ilgili sokağa döküldü. İşte barış öyle gelecek bu ülkeye. İki, gazeteciliğin güven kaybı. Ben Türkiye’de gazetecilere güvenmiyorum. Türkiye’de gazeteciler kriz dönemlerinde örgütlenmeye çalışıyor. Bu kriz de hep ekonomik kriz ve işten atılma dönemleri oluyor. Bu bir kere çok büyük defo. Türkiye’de işçi işveren arasında çok dengesiz çok ağır bir medya düzeni var. 90’lardan beri sendika kazınmış. O zaman çok cılız itiraz etmişsin. Kriz döneminde örgütlenelim vesaire. Bu kalıcı bir talep gibi gelmiyor. Park forumlarında özeleştiri yapılıyor ama bir şey değişmeyecek. Değişmenin tek yolu, kendi medyamıza sahip olmak.

“Özgür gazetecilik için bağımsız alternatif medya şart”

​Hacaloğlu: Kendi medyamız’dan neyi kast ediyorsunuz?

Ahmet Şık: Benim önerim taban sermayesi. Okurunun aynı zamanda sahibi olduğu bir gazeteden söz ediyorum. 100 lira verecek 50 bin kişi çıkar bu ülkede ya da 10 lira verecek 500 bin kişi. 5 milyon lira altı ay hiç reklam almadan bir yayını yaşatır. O elli bin kişi abone de olursa o gazete varlığı sürdürür. 
Şöyle bak, iktidar isterse Kürtler var istemezse yok, Ermeniler ya da diğer gayrımüslim azınlık da öyle.  Cinsel kimliği nedeniyle farklı olanlar ya da emek sınıfı hiçbir zaman yok. Geçen gün biri twitter’da hesaplamış, “AKP’nin benzine yaptığı zam asgari ücrete yapılsaydı asgari ücret 3 bin 200 lira olurdu” diyor. Böyle bir haberi mevcut gazetede okuyamam. Alternatif medya şart!

 http://birgun.net/haber/ahmet-sik-turkiyede-gazetecilere-guvenmiyorum-1242.html
02 Aug 13:33

Tuncay Güney, Aydınlıkçılar ve ‘Ümmet Çöksün’ projesi- Mehmet Eymür

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)

Genelde Aydınlık gazetesini okumam. Parayla işim yok ama amaçlarını ve ortalığı karıştırmak için ürettikleri fabrikasyon haberleri çok iyi bildiğimden onlara 1 kuruş bile param gitsin istemem.


Keza aynı sistemin bir parçası olan Ulusal Kanalı da pek seyretmem. Aydınlıkçıların kervanına katılan, onlara inanan, onlardan ülkeleri için fayda uman kişilere acır, nasıl bu kadar saf olduklarına şaşarım. Aklı başında ve saygınlığı olduğunu varsaydığım kişileri onların ekranlarında görünce üzülür, belki de muhalefet yapabilecek başka bir yer bulamadıkları için mecbur kaldıklarını düşünürüm.
Geçenlerde yazar Yılmaz Dikbaş’la ilgili bir haber üzerine Ulusal Kanal’da Tuncay Güney’le yapılan bir canlı yayın kaydını seyrettim ve çok eğlenceli buldum.

“Sesli Gazete” isimli programa, Beyaz TV’de Latif Şimşek ve Rasim Ozan Kütahyalı’yla birlikte katıldığı ‘Dinamit’ adlı programdan ayrılan ve Ulusal Kanal’da bu programı yapan Ümit Zileli ile Aydınlık eski Genel Yayın Yönetmeni Dr. Serhan Bolluk, Ergenekon Davası avukatlarından Vural Ergül ve Kanada’da bulunan Ergenekon davası firari şüphelisi Tuncay Güney katılmıştı.


Aydınlıkçılar Tuncay Güney’i sorgulayıp, Ergenekon davasının meşruluğunu çürütmeye çalışırken Tuncay Güney Aydınlıkçıları Amerikalılara hizmet etmek ve casuslukla suçlayınca, Aydınlık üçlüsü yumruk yemiş boksörler gibi sersemledi ve sus pus kesildi.

Yazar Yılmaz Dikbaş bu konuyu şöyle aktarmış: “Dr. Serhan Bolluk, Avukat Vural Ergül ve Ümit Zileli, Kanada’dan katılan Tuncay Güney’e Ergenekon Davası ile ilgili birçok soru sordular. Sorulan tüm sorulara kendi açısından cevap veren Tuncay Güney de Dr. Serhan Bolluk’a şu soruyu sordu: «Serhan Bey, CIA’nın ‘Ümmet Çöksün’ adlı bir projesi vardır. Siz, Aydınlık olarak CIA’nın bu projesinde görev aldınız mı?» Sanırım benim gibi binlerce izleyici o anda, Dr. Serhan Bolluk’un bu soruyu şiddetle reddetmesini, Tuncay Güney’i böyle bir soru sormuş olduğu için azarlamasını bekliyordu. Ama ne oldu biliyor musunuz? Dr. Serhan Bolluk bu soruya cevap vermedi, araya başka laf karıştırıp geçiştirmeye çalıştı! Tuncay Güney, yumuşak bir yaklaşımla, sorusunu yineledi: «CIA ile ilişkiniz nedir Serhan Bey?» Dr. Serhan Bolluk yine bu can alıcı soruyu cevapsız bıraktı!”


Evet, aynen Yılmaz Dikbaş Bey’in anlattığı gibi. Bu olay canlı yayının sonuna kadar dört-beş kere tekrarlanıyor. Bu yazının ekinde sunacağımız filmi izlerseniz, benim neden bu yayını eğlenceli bulduğumu anlayacaksınız.

Aydınlık’ın eski Genel Yayın Müdürü Serhan Bolluk bu sene Mart ayında Doğu Perinçek’in hışmına uğramış ve gazetenin imtiyaz sahibi Mehmet Sabuncu ile birlikte görevden alınmıştı. Yerine TGB (Türkiye Gençlik Birliği) eski Başkanı İlker Yücel getirildi. TGB, hani şu sokaklarda devamlı problem ve terör yaratan, militan ulusalcı grup. Aydınlık ve İşçi Partisi ile organik bağlarını reddediyor olsa da, İşçi Partisi’nin gençlik yapılanması Öncü Gençlik’in gölgesinde hareket ettiği biliniyor. Eski başkanının Serhan Bolluk’un yerine getirilmesi de bunu doğruluyor.

Zavallı Serhan Bolluk, herhalde durumu düzeltmek ve örgütü üzerinde Abdullah Öcalan gibi acımasız tahakkümü bulunan Perinçek’in gözüne girmek için bu programı düzenlemiş. Her şey tersine gitti. Allahtan çok önemli bir şeymiş gibi, ısrarla Tuncay Güney’in Perinçek ile hiç görüşmediğini söyleyerek vaziyeti biraz yumuşatıyor!

Perinçek’in dönekler listesine aldığı ve aforoz ettiği kayınbiraderi, bir zamanlar örgütün Perinçek’ten sonra gelen önemli adamı Gün Zileli’nin yeğeni, “ülkenin aydınlık insanlarının” sunucusu, “Sesli Gazete” program yapımcısı Ümit Zileli de ellerini açıp çaresiz birkaç laf söylemekten başka bir şey yapamadı. Başka yer yokmuş gibi amcasının düşman ilan edildiği İngiliz-Amerikan güdümlü, kışkırtıcı bir örgütle çalışmayı tercih etmesi ilginç.
Program’da yer alanların en komiği, kendini dedektif sanan ve bir şeyler yakaladığını zannederek tutarsız sualler soran Avukat Vural Ergül’dü. Tuncay Güney’in ona küçümseyen sözler söylemesine ve azarlamasına rağmen sorularından vazgeçmedi.

Esasında amaçları Tuncay Güney’le beni ilişkilendirmekti. Boş bir çaba. Ben Tuncay Güney’i istihbari faaliyetler nedeniyle tanısaydım, saklamaz söylerdim. Bu güne kadar “Yeşil” dahil kimseyi saklamadım. Çünkü yalan kırk yıl sonra da olsa ortaya çıkıyor.
Tersine Tuncay Güney’i kimsenin tanımadığı 2000 yılında “Gazeteci Tunca” olarak ilk yazan ve deşifre eden kişi benim. Şimdi o tarihteki yazıma bir göz atalım.

Çift Meslekliler (4 Haziran 2000- 11:00 – Atin)
Yıl 1997.
İki gazeteci aralarında konuşuyor. Bir başkası ise onlara kulak kabartmış.
Gazetecilerden birini Tunca, diğeri Baha diye adlandıralım.
Konuşmada bahsi geçen diğer gazeteciler ise Hasan ve Fırat
Daha çok Tunca konuşuyor, Baha ise dinliyor.
İkisi de aynı gazetede çalışırken muhabir olan Tunca daha sonra ayrılmış.
Sünnet Düğünü Resimleri
Tunca: Hasan, Özel Timcilerle Çatlı’yı birlikte görüntüleyen sünnet düğünü resimlerini kanal D’ye iki milyara sattı. Kanal D ile randevuyu ben ayarladım. Resimler yayınlanınca Özel Timciler Hasan’ın peşine düştüler ve her yerde aramaya başladılar.
Baha: Şimdi sıkıntıda yani

Mesut Yılmaz’ın Resimleri

Tunca: Çatlı ile Mesut Yılmaz’ın birlikte olduğu resmi bir DYP milletvekiline ben sattım. Milletvekili daha sonra Emniyet Genel Müdürlüğü laboratuvarından resimlerin montaj olmadığına dair rapor aldı.
Baha: Haa
Tunca: Son günlerde basında çıkan Jitem’le ilgili haberlerden dolayı sıkıntıdayım. Biliyorsun ben de oraya bağlı çalışıyorum. Hanefi AVCI’nın ifadesi ile Jitem zor durumda kaldı. Yapılanlar ortaya çıkarsa Cem Ersever’in öldürülmesi olayı da açığa çıkacak.
Baha: Evet olay büyüyecek gibi.

Fırat’a İş Teklifi


Tunca: Bizim gazetede iki sene bir arada çalıştığımız Fırat da bana sorun olmaya başladı. Hakkı olmadığı halde fotoğraf satışlarından 2,5 milyar lira pay istiyor. Ben Fırat’a mesleğinden ayrılması kaydıyla Jitem’in merkezlerinden birisinde maaşlı iş teklifinde bulundum. Ancak dedim bizde, yani Jitem’de dik başlılığa yer yok. Burada ilişkiler katı bir emir komuta zinciri ile yürür. Fuat teklifimi kabul etmedi.
Baha: Yaa
Tunca: Gazete …’de çalışmak üzere iş teklifi aldım. Bu fotoğrafları sattığım milletvekili de partisinin propagandasını yapacak bir dergi çıkartmayı teklif ediyor. Bu iş için ayda 10 milyar katkıda bulunabiliriz diyor. Bu teklife daha sıcak bakıyorum. Vallahi para gelsin de porno dergisi bile çıkartırım.
Baha: Ha ha…
Tunca: Bu milletvekiline sattığım resimleri Jitem’den temin ettim. Hali hazırda Tansu ile Oral Çelik’in birlikte görüntüleyen fotoğraflar da var. Ancak arada komutan olduğu için bunları alamadım. Bunlar da iyi para getirirdi.
*****
Çift meslekli gazetecilerin, resim satışlarından bir hayli para kazandığı anlaşılıyor.
Acaba bu gazetecilere, ikinci mesleklerinde ne kadar maaş ve “resim satışı” dışında, başka ne gibi görevler veriyorlar?
Biz merak ediyoruz.
Herhalde siz de …”

 
Tuncay Güney’in kimleri tanıdığı ve kimlerle çalıştığı belli. Ergenekon Savcısı mahkemede Aydınlıkçı Adnan Akfırat’a “Güney hakkında karışık bağlantıları olan, karanlık bir insan olduğunu söylüyorsunuz, neden 2,5 yıl boyunca bağlantıya devam ettiniz” diye sormuş. Akfırat, Tuncay Güney’le 2,5 yıl boyunca görüştüklerini kabul ederek, “Güney, bir haber kaynağıdır. Haber kaynağı olarak kullandık. Getirdikleri içinde doğru olan bilgiler de vardı. Haber kaynağına ulaşabilme becerisi vardı” demiştir. Akfırat Tuncay Güney’le Sabancı Center’a gittiklerini de doğrulamıştır.

MİT’e gelince, Tuncay Güney’in hiçbir zaman ve hiçbir şekilde benimle ve KTM (Kontr Terör Merkezi) ile bir ilişkisi olmadı. Faaliyet bölgesi İstanbul olduğu için İstanbul Bölge Başkanlığına bağlı olarak çalışmıştır. Onu, orada görev yapmış olan Emre Taner, Nuri Gündeş, Galip Tuğcu ve Şenkal Atasagun’a sormak lazım.

Yetkili yerlerde çalışırlarken veya Müsteşar olduklarında aklına geleni söyleyenler, “Kuruluşu tartışmalı olan Kontr-Terör Merkezi, sorumluları ile birlikte 1997 yılında Kuruluş Şemasından çıkarılmıştır” diyenler şimdi sus pus oldular, burunlarının ucunu bile göstermiyorlar. Acaba “Apo’yu biz getirdik, biz astırmayız” diye zafer işaretleri verenler Türkiye’yi ne hale getirdiklerinin farkındalar mı?

Aydınlıkçıların, Zaman Gazetesinin “Tuncay Güney’i içimize Eymür soktu” diye yayın yaptığına dair bir başka iddiası da var. Her zamanki gibi kışkırtma taktikleri.
Zaman’la yıllardan beri karşılıklı ölçülü ve saygılı bir ilişkim olmuştur. Onun için böyle bir söze hiç ihtimal vermedim. Bahsettikleri yazar Büşra Erdal’ın “Ergenekon’da sona yaklaştıkça manipülasyonlar da artıyor” başlıklı yazısını okudum.

Nitekim yazıda; 
“Güney’in MİT’e ve JİTEM’e çalıştığına dair haberleri, MİT Kontr-Terör dairesi başkan yardımcısı Mehmet Eymür’ün, “Güney’i JİTEM ve İşçi Partisi’ne sızdırdık” şeklindeki açıklamaları, Güney’in ifadesine göre Veli Küçük’ün JİTEM adına kendisini Celal Talabani ve Mesud Barzani ile görüşmeye göndermesi gibi bilgiler birçok sorunun cevabını barındırıyor. Bunlar, Güney’in istihbarat elemanı olarak camiaya sızdırıldığını gösteriyor” 
denmiş. Bu yazıda “Tuncay Güney’i içimize Eymür soktu” gibi doğrudan bana yönelik bir itham yok.

Yine de Sayın Büşra Erdal’a bilgi edinmesi için, hiçbir zaman “Güney’i JİTEM ve İşçi Partisi’ne sızdırdık” diye bir açıklama yapmadığımı, böyle bir söz söylemediğimi belirtmek isterim. Ne söylediğimi “Bertaraf Olmuş Bir Şaşkına Cevap” ve “İstihbarat Uzmanları” başlıklı yazılarımda görebilirler.

Sonuçta, Tuncay Güney’in iki buçuk yıl çalıştığı Aydınlık’la ve yürütülen illegal faaliyetler ile ilgili pek çok bilgiye sahip olduğu anlaşılıyor. Tuncay Güney kendisine saldırılmadıkça pek bir şey söylemiyor, genelde kendini savunmaya ve bütün olayların merkezi olmak suçlamalarından kurtulmaya çalışıyor. O Aydınlıkçıların hedef aldıkları kişilere neler yapabileceğinin farkında.

Filmi seyretmeyi unutmayın ve sağlıcakla kalın…
02 Aug 13:30

Üç hoparlörlü hoca - Yıldıray OĞUR

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)

Üç hoparlörlü hocaİmam Hatip Lisesi’ni bitirip memleketi Gaziantep’in camilerinde göreve başlayan genç hocanın namıdır bu. Devlet, gözünü kapatıp bağıran bu imamın sesini hemen duymuştur. 48 yıl boyunca da o üç hoparlörden hep, bağırarak makul sesleri susturan devlet duyulacaktır.

Önce küçük işlerle başlar resmi kariyeri. İddialara göre Gaziantep Emniyeti Birinci Şubesi ile sıkı ilişkileri vardır. Polis, Nizip’teki Kürtçülük faaliyetleri hakkında vatansever hocanın bilgilerine başvurmaktadır.  

Canlı yayında Lerzan Mutlu tarafından ısırılmaya kadar varacak yurt sathındaki şöhreti ise herhalde Gaziantepli gazi bir sufi doktor olan Emin Küçük Kale’nin tasavvuf ve musiki sohbetleri edilen tarikatına sızmasıyla başlatılabilir. 1962 yılında komünizm propagandası yapmaktan yargılanan tarikatın iki numarası Hayri Balta’ya göre polise tarikatın komünist ve ajan yuvası olduğunu ihbar eden odur. 1964 yılında Ankara’da yayımlanan Adalet Gazetesi’nde tarikatı hem komünistlik, hem de Amerikan ajanlığıyla suçlayarak daha sonra ustalaşacağı yaftalama tarihinin açılışını yapar.


Çok bağıran çok yanılır derler mi? 1964 yılında Gaziantep’in Çamlıca Mahallesi Merkez Camii’nde Kurban Bayramı hutbesinde diline hakim olamayıp “19 Mayıs Bayramı’na kız çocuklarının baldır bacak götürülmelerinin sebebi öğretmenlerin hayvani hislerini tatmine matuf” deyince sadece evi aranmaz, alıp karakola götürülür. Yargılanır. Bir ay Antep’te, 4.5 ay da, Ulucanlar’da hapis yatar. 

Tam bu yıllarda hayat hikâyesinin her aşamasında karşılaşılan sihirli sıçramalardan biri yaşanır. Bir el, Antepli imamı alıp İstanbul’a getirmiştir. 1972 yılında 34 yaşındayken İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olur. Bu sırada yayıncılığa başlar, Öz, Özlem Yayınları’ndan ardı ardına ajitatif kitapları çıkar. 1976 yılından yayınladığı İslam’a Göre Milliyetçilik ülkücülerin İslamcılara doğru salladığı kitaplardan biri olur.  Diğer kitaplarının adları malzemenin cinsini anlamaya yeter: Türklük Kanımız, İslam Canımız. Atamız Ademdir, Maymun Değil.

1977 yılında 14 yıl müftülük ve vaizlik ettiği Diyanet’ten istifa eder. MHP’nin gazetesi Hergün’de damardan yazılar kaleme almaktadır. 1977 yılında yazdığı bir yazıda ülkücü komandolara  eski bir müftü olarak şöyle cihat fetvası verir: Müslüman Türk milleti, komünistlerin ağır saldırısı altında çetin bir cihada mecbur kalmıştır. Türk ülkücüleri, bu cihat gerçeğini anlayan İslam yolunda cihat bayrağını açmış yiğit mücahitlerdir. Allah yolunda, İslam yolunda, millet yolunda cihat etmektedirler.

Bir ara MHP’den Gaziantep milletvekili adayı olur. Ama yıldızının barışmadığı Türkeş onu aday göstermez. 1979’dan sonra üç hoparlör de, İran Devrimi’ne karşı çevrilir. Müstear adlarla çıkardığı kitaplarla Türkiye’deki İrancıları ajanlıkla suçlar.

Onun gibi düşünenlerin iktidara geldiği 12 Eylül’ün ardından 1983’te İstanbul Üniversitesi’ne girer. Işık hızıyla akademide yükselir. 1985’de yüksek lisans, 1987’de doktorayı bitirir. 1991’de artık doçent olmuştur.

1995’de MHP’den vekil adayı olur, ama seçilemez. 1997’de sandalyelerin havada uçuştuğu MHP kongresinde genel başkan adaylarından biri olarak yeniden ortaya çıkar. Kongreden önce Bahçeli lehine adaylıktan çekilir.

Bu sırada çıkarmaya başladığı Sancak adlı dergi ise 28 Şubat sürecinde kritik bir rol oynayacaktır.  
      
Dergi, tabi ‘gazeteciye’ nereden bulduğu sorulmaz, Erbakan’ın 1991’de “RP cihad ordusudur. Cihada para vermeyen cennete gidemez’’, ‘’RP’li olmayan patates dinindendir’’ gibi sözler söylediği meşhur konuşmanın kayıtlarını bulur ve yayınlar. Sancak’taki sözler aynen Vural Savaş’ın RP kapatma davası iddianamesine girer. Oktay Ekşi dergiden ve Zekeriya Beyaz’dan alıntılarla yazılar yazar. Bu cümleler Refah Partisi’nin kapatan güçlü delillerdendir. Hoparlörden ses yine gür çıkmıştır. 

Sihirli değnek tekrar ona değmiştir.Televizyonlar da onu keşfetmeye başlar. Şimdilerde ona gülünen kanallarda ağır konuk olarak ağırlanır. 

1999’da 28 Şubat’ın başörtüsü zulmü tavan yapınca yine imdada yetişir. İslam ve Giyim Kuşam. Başörtüsü Sorununa Dini Çözüm  kitabında işlediği “İslamiyet’e göre devlete itaat, Allah’a itaattir” tezi iltifatlarla takdim edilir.  Kitap göğüsleri açık, şort giymiş kadın resimleri, altında da “böyle de namaz kılınabilir” fetvalarıyla bir anda popüler oluverir. “Kadınlar şortla namaz kılabilir ama başörtüsüyle üniversiteye gidemez” diyen hocanın “Beyaz Hoca” diye bağra basıldığı yıllardır. Ödülünü 1999’da dil bilgisizliğine bakılmaksızın profesör yapılarak alır. Çalıştığı Marmara İlahiyat’ta başörtüsü yasağını uygulayacak zalim bir dekan aranmaktadır. Ne tasadüf az biraz önce profesörlük engeli de kalkınca makamın layığı kendiliğinden bulunmuş olunur. 

2001’de gazetelerin “Laik Hoca’ya saldırı” başlıklarıyla verdiği bıçaklanma hadisesiyle artık bir rejim kahramanıdır. Aynı yıl Milli Güvenlik Kurulu’nun ondan, Diyanet’i cihatçılıkla suçlayacağı Diyanet raporunu istemesi tesadüf değildir. 

İlahiyat Fakültesi tarihinin en karanlık üç yılı olan dekanlığında dünyaca ünlü İslam Ansiklopedisi’ni hazırlayan 16 akademisyeni “Türk halkının parasıyla hazırlanan bu ansiklopedide Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin aleyhine dolaylı da olsa bazı maddelerin bolca bulunduğunu gördük” diyerek görevden almak gibi icraatlara medyanın alkışları arasında imza atar.

Memlekette İslam artık ondan sorulmaktadır. Ama diline olamadığı gibi beline de hakim olamaz. 2002 yılında bir otelde porno sosyolojisi üzerinde yarım saatlik ihtisas yapar. Beyaz İslam projesi üç beş şehvet dakikasına kurban gitmiştir.
O sırada iktidar değişir. Dekanlığı biter. 

Hayat hikâyesinin bundan sonrası iki yerden izlenebilir. Magazin sayfalarından ve Ergenekon iddianamelerinden. Üç hoparlörlü hoca, Seda Sayan’ın programında oje fetvaları vermekten, oruç erotizmi üzerine tefekkür etmekten vakit buldukça misyonerlerle mücadele eder, her türlü ulusalcı nümayişte bayrak sallar. Onu, Ceviz Kabuğu’nda sonradan uzman çavuş çıkan misyoner rahibi güya ikna edip şahadet getirtirken, Rahip Santoro’nun arkasından yazdığı gibi namlusu tüten yazılarından ya da Lerzan Mutlu tarafından ısırılırken hatırlayanlar çıkacaktır. “Cemaat üzerine kitap yazdığı için evi basılan çağdaş ilahiyatçı” olarak hatırlanması için çalışanlar ise şimdi en başa dönüp yazıyı bir kez daha okuyor.
Ergenekoncu olamayacak kadar komik mi? Zaten bu devletin neresi ciddi ki?

yildirayogur@gmail.com
 http://www.taraf.com.tr/yildiray-ogur/makale-uc-hoparlorlu-hoca.htm
02 Aug 13:26

Cemaate Neden Çakıyorlar- Mehmet Aysan

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)
NOT : Bu yazı öncelikle www.haberx.com'da yayınlanmış, beş dakika sonra sansüre uğrayarak kaldırılmıştır.

Mehmet AYSAN

Son günlerde cemaate çakma modası hakim bir kısım medyada. Her gün bir ya da iki yazıyla seri çakmalar yapılıyor artık. Gündem bulmakta da zorlanmıyorlar. 28 Şubattan girip, Soros’tan çıkanı mı ararsın, İhvan’a uğrayıp, Hanefi Avcı’da mola vereni mi ararsın, hepsi var. Hatta cemaat vesayetinden bahseden bile var.

Bu yazıların talimatla yazıldığını ya da yazdırıldığını anlamamak için saf olmak gerek. Durup dururken, mantar gibi bitiveren ve sürekli birbirini destekleyen yazıları başka türlü açıklamak mümkün değil. Herkes her şeyin farkında, bu toz duman dağıldığında kimin arkasında kimin var olduğu açık seçik ortaya çıkacak elbet.

Bu yazıları yazanları birkaç kategoride analiz edebiliriz. Başlayalım isterseniz. Neden böyle yazılar yazıyorlar?

Yetmiş yaşını aşmışsınız, eskisi kadar okunmayan, yazıları gündem oluşturmayan bir yazarsınız mesela. Musiki programlarında, makamları yorumluyorsunuz artık. Ayrıca çalıştığınız gazetede “başyazar” ünvanına sahipsiniz. İyi bir maaşınız, geniş bir odanız var. Eldekini korumak için, safını belli etmek için böyle yazıları yazmak gerektiğini düşünüyorsunuz. Yazıyorsunuz yazıyı, ardından pikabı açıp, Minur Nurettin’den şarkılar dinliyorsunuz.

Ya da hasbelkader köşe sahibi olmuş ya da kendisine köşe bahşedilmiş bir kişisiniz. Sizi kimse tanımıyor, bilmiyor. Yazdıklarınız okunmuyor, ciddiye alınmıyor. Bir de daha evvel hükümetin Suriye politikasını eleştirdiğiniz için kulağınız çekilmiş. O zaman bu işten yırtmanın tek yolu var diye düşünüp, cemaate çakacak bir yazı yazıyorsunuz. Aslında yazdığınız yazıyı kendiniz de anlamıyorsunuz ama olsun, maksat hasıl oluyor, gündem oluyorsunuz. Birileri sizi farkediyor ve eksi puanlarınızın bir kısmını sildirmeyi başarıyorsunuz. Ardından da bilgisayarın başına geçip, mail kutunuza düşecek, yeni talimatları heyecanla beklemeye başlıyorsunuz.

Bir başka ihtimal de şu. 15 gün önce bir köşe vermişler size. Daha üç tane yazı yazmışsınız. Bu köşeyi verenler yumuşak giriş istediklerinden midir bilinmez, ilk üç yazıda suya sabuna dokunmuyorsunuz. Ama dördüncü yazı öncesi toplu çakış talimatı gelince, anında pozisyon alıyor ve siz de çakıyorsunuz. İhvan’la başlayıp, 28 Şubatla sonlandırıyorsunuz yazıyı. Ve gönül rahatlığı için twitterdeki takipçi sayınızın elliden beş yüze çıkmasını bekliyorsunuz.

Varsayın ki sizin tek marifetiniz bağırarak konuşmak. Hiçbir akademik donanıma sahip değilsiniz. Herhangi bir konuda uzmanlığınız yok. Kimsenin sizi ciddiye aldığı da yok. Ancak birinin yazdığına yorum yapan yazılar yazıyor, ya da hamaset kokan yorumlar yapıyorsunuz. Herkes kendisini bu kadar ortaya atmışken, ben geride kalmamalıyım diyerek öne çıkıyorsunuz. Yazar değil tetikçi olduğunuzu bir kez daha ortaya koyuyor, kızlarınızın isim babasıyla yudumlayacağınız kahveyi düşünmeye başlıyorsunuz.

Dikkat edersiniz bu yazarların birçok ortak özelliği mevcut. PKK’nın yaptığı yığınaklardan, ettikleri tehditlerden bahsetmezler hiç. Gezi eylemlerindeki polisin sert müdahalesini görmezden gelirler. Suriye’deki yanlış politikalardan söz etmezler, eden de pişmanlığını göstermek için olmadık yazılar yazar. İran’ın Türkiye üzerinde oynadığı oyunlara kulaklarını tıkarlar. Varsa yoksa hoş görünmek için yazı yazarlar. Göze girmektir tek dertleri.

Yakında bu ekibe yeni isimler de katılacaktır emin olun. Ya uygun zamanı bekliyorlardır, ya da gelecek talimatları. Diğerleri bu kadar öne atılmışken, geride kalmayı göze alamaz, koşarak bu koroya dahil olurlar.

Özel devirlerin özel karakterli olur. Bu kişiler de bu dönemin kurşun askerleri. İşleri bittiğinde kutuya konulacak zavallı piyonlar gibi. Kusun kininizi sonuna kadar. Nasılsa tarih sizleri de yazacak, hem de hiç hoş olmayan bir şekilde.
02 Aug 13:14

CEVDET AKBAY -“Çok bilen” Emre Uslu’yu biraz bilelim

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)
Kendisini eski ülkücü ve yeni liberal olarak tarif eden Emre (Emrullah) Uslu hakkındaki bilgiler, bildiğimiz, tahmin ettiğimiz ve az bildiğimiz veya bilmediğimiz şeklinde sınıflandırılabilir. 
Bildiklerimiz özetle şunlar: Taraf Gazetesi ve Today’s Zaman yazarı ve akademisyen (Yrd. Doç. Dr.). 1997 yılı Polis Akademisi mezunu (1997); uzun süre Emniyet Genel Müdürlüğü, Terörle Mücadele Daire Başkanlığında çalışmış. Ankara Üniversitesi, Gazetecilik bölümünden Yeşil (Mahmut Yıldırım) üzerine Yüksek Lisans yapmış.

Kanada’nın Toronto kentine İngilizce eğitimi için gitmiş (2000). Oradan 2001’de Amerika’ya geçerek John Jay Colege of Criminal Justice okulunda Adli Bilimler alanında ikinci Yüksek Lisans’ını yapmış (2003). Daha sonra Utah Üniversitesi’nden aldığı bursla “Kürt Siyasal Kimliğinin Dönüşümü: Modernleşme, Demokratikleşme ve Globalleşmenin Etkisi” konulu tezle doktorasını bitirmiş (Uslu’ya göre 2008, üniversite kayıtlarına göre 2009).
Doktora eğitimini tamamlayıp yurda döndükten sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’ndeki görevinden istifa etmiş (2009). Şuan Yeditepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmakta. Aynı zamanda Washington DC’de bulunan Jamestown Foundation (Jamestown Vakfı) adlı düşünce kuruluşunda, Türk siyaseti, Kürt sorunu ve terör konularında analist olarak çalışmakta.

Yukarıdaki bilgiler şahsi sitesi euslu.com’dan, tarihler ise başka yerlerden alındı. Türkiye’nin en çok tartışılan yazarı olmasına rağmen doğum tarihi, nereli olduğu gibi sıradan bilgiler bile pek çok kişi tarafından bilinmez. Kendisine yöneltilen “Nerelisiniz?” sorusunu “güvenlikle ilgili sebeplerden dolayı cevaplayamam” şeklinde cevaplayan tek gazetecidir. Gazeteciden çok istihbarat görevlisi gibi karanlıkta kalmayı tercih ediyor.

Çoğunu, Uslu’yu yakından tanıyanlardan ve internetten topladığım bilgilerle, “cok bilen” ama “fazla bilinmeyen” Uslu’nun kamuoyu tarafından az bilinen veya hiç bilinmeyenlerine ışık tutmakta fayda var.


City University of New York’ta Yüksek Lisans talebesiyken, o sıralar Amerika’da bulunan ve “Yeşil’in patronu” olarak bilinen Mehmet Eymür ile tanıştı(rıldı)ğı söylenir. University of Utah'a 2004’te gider; 2005 yılında doktora çalışmalarına başlar. 2005’te, Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü (İngilizce: Washington Institute for Near East Policy, WINEP), Uslu’ya ücret karşılığı yazı yazdırmaya başlar. İddiaya göre, İngilizcesi fazla iyi olmadığı için, WINEP için yazdığı yazıları Utah’taki emekli bir CIA elemanı tarafından düzeltilir.

Emre Uslu’nun ilk isvereni WINEP, En Acımasız Müslüman Düşmanı Olarak Bilinir
 
Uslu’nun staj için yerleşti(rildi)ği WINEP ilginç bir kurum. Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (İngilizce: American Israel Public Affairs Committee, AIPAC) elemanlarının önayak olmasıyla 1985’te kurulan İsrail yanlısı Neoconların güdümündeki bir yapı. WINEP için, “en acımasız Müslüman düşmanı” ve “ABD’deki en önemli Siyonist propaganda aracı” ifadeleri kullanılır.

Rahmetli Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Refah-Yol Hükümeti’ni yıkma ve Erbakan’ı siyasetten silme operasyonu (diğer bir ifadeyle, lanetli 28 Şubat Süreci) için 20 Temmuz 1996’da WINEP’de gerçekleştirilen bir panelde düğmeye basıldı. 

Mart 1997’de Middle East Quarterly’de çıkan bir makalesinde, Erbakan’ın Türkiye’yi ABD’den uzaklaştırarak Amerika’nın çıkarlarını zedelediğini yazarak ABD’yi Refah-Yol Hükümeti’ni yıkmak için kışkırtan ve 28 Şubat cuntacılarını destekleyen Alan Makovsky 1994-2001 arasında WINEP’nin kıdemli bir elemanıydı (şuan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi mensubudur).

Yeni Şafak Gazetesi’nin geçenlerden gündeme getirdiği, AK Parti Hükümeti’ni de Refah-Yol Hükümeti gibi devirmek için 12 Şubat 2013’te “Kod adı İstanbul İsyanı” adı altında çeşitli senaryoların ve kirli planların tartışıldığı Amerikan Girişimcilik Enstitüsü (İngilizce: American Enterprise Institute, AEI) de WINEP gibi AIPAC’ın güdümünde olan bir yapıdır. 
Dün ve bugünkü tavırları, WINEP ve arkasındaki AIPAC’in Türkiye’deki olumlu gelişmelerden rahatsız olan, hatta engellemek için entrikalar çeviren yapılar olduklarını gösteriyor.

Uslu’yu iyi tanıdığını söyleyen bir kaynağın iddiasına göre, Uslu’yu Makovsky ile tanıştıran Mehmet Eymür’müş. Bu durumda, Uslu’nun Makovsky’nin referansıyla WINEP’e yerleştirildiği söylenebilir. WINEP’te bir seneye yakın çalışan Uslu’nun mentoru (akıl hocası) ise yeminli bir AK Parti ve Erdoğan karşıtı; hararetli bir Ergenekon savunucusu olan “yerli Neocon” Soner Çağaptay’dır. Eymür’ün Makovsky ile tanıştırdığı, Makovsky’nin eğitmesi için Çağaptay’a emanet ettiği Uslu’nun, WINEP’teki stajını başarıyla tamamladıktan kısa bir süre sonra Taraf Gazetesi yazarı olarak karşımıza çıkması, “Uslu Taraf’a WINEP tarafından mı yerleştirildi?” sorusunu akla getiriyor.

2008’de Washington D.C.'de faaliyet gösteren Jamestown Vakfi’nda ziyaretçi araştırmacı olarak çalışmaya başlar Uslu. Halen işvereni olan Jamestown Vakfı, Sovyet muhaliflerine maddi ve manevi destek veren bir platform olarak, dönemin CIA Direktörü William J. Casey'nin teşviği ve yardımıyla 1984'te kurulmuş. Günümüzde de CIA ile irtibatının devam ettiği iddia ediliyor. Jamestown, aşırı sağcı/Cumhuriyetçi ve İsrail yanlısı bir vakıf. Irak Savaşı'nın mimarlarından Dick Cheney ve Donald Rumsfeld gibi Neoconların vakfın farklı dönemlerinde görev yapması, vakfın Neoconlarla iliskişini gösterir. Rumsfeld, Michael Rubin’in moderatörlüğünde toplanan 12 Şubat 2013’teki “Kod adı İstanbul İsyanı” planının konuşulduğu toplantının katılımcıları arasındaydı.

Uslu’yu Jamestown’a Sokan Kişinin Ergenekon Avukatı Gareth Jenkins Olduğu İddia Ediliyor
Kendisini liberal olarak tanıtan Uslu’nun Washington’daki liberal düşünce kuruluşları yerine bağnaz bir Neocon yapılanması olan WINEP’i; onun ardından gene Neoconlarla irtibatlı olan Jamestown Vakfı’nı tercih etmesi dikkat çekici. Bu seçimi kendisinin mi, yoksa onu Neoconların emrine veren gücün mü yaptığı merak konusu.

Uslu’nun “karanlık ilişkileri”ni gösteren, fazla bilinmeyen ve sizi hayrette bırakacağını tahmin ettiğim birkaç bilgi daha… Uslu'nun Jamestown'a girmesi için kefil olan kişi, MOSSAD ile irtibatlı olduğu iddia edilen İngiliz gazeteci Gareth Jenkins. Jenkins, kaleme aldığı “Gerçek ile Fantezi Arasında: Türkiye’nin Ergenekon Soruşturması” raporuyla Ergenekon Terör Örgütü’nün ulusal ve uluslararası arenada avukatlığını yapan, Ergenekon Davası’nı “büyük bir masal” olarak sunan, davanın Gülen Cemaati ve AK Parti’nin entrikası olduğunu dillendiren biri.

Milletvekili Şamil Tayyar’ın aktardığı “Birkaç yıl önce ‘Ergenekon avukatı Gareth Jenkins İngiliz ajanı mı?’ diye sorduğumda, Emre Uslu beni arayıp, ‘ona dokunma, iyi adam’ dedi” bilgisi, Uslu ile Jenkins arasındaki yakın ilişkiyi doğruluyor. Jenkins’in “Ergenekon karşıtı” Uslu’ya kefil olması ve Uslu’nun “Ergenekonun fahri avukatı” Jenkins’i koruması size de tuhaf geliyordur sanırım. Gülen Camiası’nı entrikacı olarak sunan Jenkins’in kefil olduğu Uslu, Gülen Camiasi’na ait Today’s Zaman’da köşe yazarı. Orada kaleme aldığı İngilizce yazılarla Erdogan’ı dünyaya “diktatör/despot/otoriter”, AK Parti Hükümeti’ni “baskıcı” olarak sunma gayretinde.

Uslu, Türkiye’ye dönmek zorunda kaldığında, işe başladığı kurum, 150’den fazla üniversite arasından Yeditepe Üniversitesi! Yeditepe, Ergenekon kaçkını işadamı Bedrettin Dalan’a ait bir eğitim kurumu (yanlış anlaşılmasın, orada çalışan herkesi Ergenekoncu ilan etmiyorum). Uslu’nun CV’sine bakılırsa, Jamestown Vakfı başkanı Glen Howard’ın referansıyla Yeditepe’ye girdiği anlaşılıyor.

Uslu, Jamestown’ın Direktifiyle mi “Muhalif” Maskesiyle Erdoğan’a ve Hükümete saldırıyor?
Uslu’nun 2008’den beri para karşılığında Jamestown için analizler yazması, ardından Jamestown tarafından Yeditepe’ye yerleştirilmesi, Jamestown’ın ilk kuruluş amacıyla uyumlu bir durum. Vakıf, Sovyetler dağılmadan önce, Sovyet muhaliflerini parasal olarak desteklemek için onlara ya para karşılığı analizler yazdırarak ya da kontrollerindeki üniversitelerde ücret mukabili ders verdirerek maddi destek sağlardı! Bu durum şöyle bir soruyu akla getiriyor: “Uslu, Erdoğan ve hükümete muhalif olduğu için mi Jamestown tarafından destekleniyor, yoksa Jamestown’ın direktifiyle mi ‘muhalif’ maskesiyle Erdoğan’a ve hükümete saldırıyor?”

Uslu’nun Neoconlarla bağlantısı, Neoconların Erdoğan ve hükümet karşıtlığına bakılınca, Uslu’nun, Erdoğan’ın itibarını zedelemek ve AK Parti Hükümeti’ni yıpratmak için kullandığı yöntemlerin psikolojik harp taktikleri olduğu, bunu da Neoconların direktifiyle yaptığı şüphesi uyanıyor ister istemez.

Uslu’nun kaleme aldığı yazılarında, televizyonlarda yaptığı konuşmalarında ve Twitter’da attığı mesajlarında direk veya dolaylı olarak Erdoğan’ı ve hükümetini hedef aldığı, itibarsızlaştırma ve iktidarsızlaştırmaya calıştıği kendini belli ettiriyor. Mesela, Barış Süreci ile ilgili kaleme aldığı yazıların temel özelliği, PKK ile Hükümet arasındaki güveni sarsmaya yönelik olmasıdır. Ya PKK’nin samimiyetsizliğini ya da Erdoğan’ın iktidarsızlığını (özellikle bürokrasi ve danışmanları tarafından yanlış yönlendirildiğini ve aldatıldığını) işlemesi dikkat çekiyor.

Misal olarak, “Erdoğan’a Öcalan önünde diz çöktürecekler”, “PKK Kazanıyor” başlıklı ve benzeri yazılara bakılabilir. Kalıcı bir barış için 30 senelik çatışma sürecinde sarsılan taraflar arasındaki güvenin tesisinin önemli olduğunu bilen/bilmesi gereken terör ve güvenlik uzmanı Uslu’nun özellikle Barış Süreci’nin yumuşak karnı olan “iki taraf arasındaki güven”e vuruş yapması, Barış Süreci’ne karşı olduğunu göstermekle birlikte, gazetecilikten çok operasyonel bir eleman olduğu şüphesini uyandırıyor.

“Cemaat tasfiye edilecek, KCK sanıkları serbest bırakılacak” ve benzeri, çoğu dezenformasyona dayalı provokatif yazılarının temel özelliği ise, Gülen Camiası’nın korku/şüphecilik damarını okşayarak Hükümet’e olan güvenini sarsmaya; hatta, Camia’yı Hükümet’e karşı kışkırtmaya yönelik olmasıdır. Camia ile Hükümet arasında varolan olağan fikri farklılıkların ve kısmı soğukluğun son yıllarda derin ayrılıklara ve neredeyse sıcak çatışmaya dönüşmesinde Uslu’nun çabası inkar edilemez.

Bir diğer konu da, Uslu’nun, “PKK ile barış anlaşması sağlanırsa Güneydoğu’da görev yapan güvenlik görevlileri savaş suçlusu olarak yargılanacak” gibi provokatif yazılarla güvenlik görevlilerinin moralini baltalama ve Hükümet’e karşı kışkırtma gayretidir.

Uslu’nun sinsi bir şekilde sabote etmeye çalıştığı Barış Süreci, aynı zamanda lokal ve global derin devletlerin istemediği bir süreç. Uslu’nun çatıştırmaya çalıştığı Camia ve Hükümet, lokal derin devlete karşı mücadele veren iki yapı. Uslu’nun Hükümet’e karşı kışkırtmaya çabaladığı güvenlik birimleri, Ergenekon Cetesi’ne ağır darbeler vuran güçler. Bu durumda, “Uslu kimin hesabına çalışıyor?” sorusu akla geliyor ve dikkatler Uslu-Neocon ilişkisine çevriliyor, ister istemez.

Uslu’nun Erdoğan’a “Çakal” Demesi Kendi Seviyesizliğini Gösteriyor
 
Uslu’nun en büyük hedefi, son iki asırdır memleketin kanını emen, milleti birbirine düşürerek iktidarını güçlendirerek devam ettiren lokal derin devlete karşı amansız bir mücadeleye girişen Başbakan Erdoğan. Uslu’nun Erdoğan’a karşı başlattığı yıpratma ve itibarsızlaştırma gayreti dikkatlerden kaçmıyor. Taraf ve kendi şahsi sitesinde yazdığı yazılardan numune olarak aktaracağım aşağıdaki ifadeler, Uslu’nun takıntı sınırını geçip Erdogan’a kin ve düşmanlığa varan tutumunu gözler önüne seriyor:
“Sayın Erdoğan ‘bu adamların anasını ağlatın’ dediniz de mi piyonlarınız aileme saldırıyor? Doğrusu bunların ‘analar ağlamasın’ diyen size hiç yakışmadığını bilmenizi isterim”, “Bana, ve Taraf’a yönelik itibarsızlaştırma operasyonlarının talimatını Başbakan Erdoğan vermiş ve MİT de bunu yapıyor” “Ben Ergenekon’la anlaşma sinyalleri veren Erdoğan’ı eleştiriyorum” “Artık [AKP] ergen bir kuş olmuş ve yuvadan uçup Ergenekon, Balyoz ve KCK ile kanatlanmak istiyorlar.”

“Sayın Erdoğan ‘bölgede görev yapmış güvenlik güçleri savaş suçlusu olarak yargılanacak’ şartını mutabakat metinlerine sokun emrini de siz mi verdiniz? … Sayın Erdoğan, çok güvendiğiniz MİT mensuplarına, ‘Serap’ı yakın’ talimatını da siz mi verdiniz? ‘Sözümü dinlemeyip KCK operasyonu yapan polisi ve savcıyı PKK’ya şikâyet edin onlar da gelip polisleri öldürsün’ talimatını da siz mi verdiniz sayın Başbakan? MİT’e ‘güvenlik birimleriyle istihbarat paylaşmayın’ emrini de siz mi verdiniz Sayın Başbakan?”

“Erdoğan’ın geçen on yıl içinde pislikleri temizlemek için bir elektrikli süpürge gibi kullandığı aparatlar, kurumlar Erdoğan’ın paçasına yapışan pisliği de vakumlamaya çalıştığı için Başbakan şimdi o aparatı kırmaya çalışıyor.” “Oysa durum net: Bizim oğlan [Erdogan] yanlış yapıyor, yanlış yürüyor, yanlış düşünüyor, yanlış konuşuyor. Dün yan bakılıyordu bugün şaşı bakıyor. Dün mala mülke tenezzül etmiyor, burun kıvırıyordu bugün kendi mahallesinden korkuyor onlara burun kıvırıyor. Dün sabır küpüydü, bugün kibir küpü.”

Uslu’nun, Twitter hesabından Erdoğan’ı ima ederek attığı “Ustalık ve çakallık arasındaki fark ince bir çizgidir; ahlak ve dürüstlük belirler” mesajı, Erdoğan’ı itibarını zedelemek için kendi seviye ve ahlakını zedelemekten çekinmediğini gösteriyor.

Uslu’nun, Neocon entrikası olduğu ortaya çıkan Gezi Kalkışması’nın arkasında yabancı güçlerin (Neoconların) ve sermayenin olmadığını söylemesi; MOSSAD hedef aldıktan sonra sistematik olarak MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın itibarını zedelemeye çabalaması da Neoconlarla ilişkisinden ve Neoconlardan aldigi direktiflerden kaynaklanıyor büyük ihtimalle.

 http://teksozhaber.com/yazar-142-%E2%80%9Ccok_bilen%E2%80%9D_emre_uslu%E2%80%99yu_biraz_bilelim.html

02 Aug 13:09

17 yıl sonra İlksan skandalının perde arkası- Emin Pazarcı

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)
Skandal" diye infial yaratıldı. Devlet 149 milyon dolar zarara uğratıldı. "Öğretmenler soyuluyor" diyenler aynı yola saptı.
 
İşte tiraji komik olaylar dizisi:
1993 yılında Süleyman Demirel Hükümeti'nin 500. günüydü. Hürriyet Gazetesi'nde Saygı Öztürk imzalı manşet bir haber yer aldı: "500. gün bombası"
 
Haberde, Tercüman Gazetesi'nin sahibi Kemal Ilıcak'ın flu bir fotoğrafı yer alıyor, Ilıcak aracılığı ile İLKSAN'a satılan Ömerli Barajı'nın çevresindeki Sedat Çolak'a ait arazi ile öğretmenlerin dolandırıldığı iddiası ortaya atılıyordu.
 
Arazinin sit alanı olması sebebiyle yapılaşmaya müsait olmadığı iddia edilip, buranın öğretmenlerin yardım sandığı İLKSAN'a satışını destekleyen ve 50 milyar kaynak aktaran Başbakan Demirel, alabildiğine eleştiriliyordu.

 Kemal Ilıcak, haberi okuduğu gün beyin kanaması geçirdi ve hastaneye kaldırıldı. Aradan birkaç gün geçtikten sonra da vefat etti.
 
Zaten işin içinde Kemal Ilıcak olmasaydı, olay o kadar büyümeyecekti. Basındaki rekabet ve Kemal Ilıcak'ı vurma çabaları, öğretmenleri konut sahibi yapmak amacıyla gerçekleşen bir arsa alımını çok farklı noktalara taşıdı.

Olay, muhalefetteki ANAP ve diğer partilerin de katkısıyla aylarca Türkiye'nin bir numaralı gündemi haline getirildi.

Demirel'in eleştiriler karşısında, "Parayı verdiysem, ben verdim" çıkışı ise, tartışmanın boyutlarını daha da büyüttü.
Sonuçta İLKSAN skandalı, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi'nin "büyük yolsuzlukları" arasına sokuldu. En azından kamuoyu konuyu öyle biliyor.

Perde arkasında yaşanan komedi

Yaşanan gerçekler, kamuoyunun önüne konulandan çok farklıydı...
Olayı, siyasi malzeme olarak en çok muhalefetteki ANAP kullanmıştı.
Oysa, proje ilk olarak ANAP iktidarı döneminde ortaya çıkmış ve desteklenmişti.

ANAP'lı Ekrem Pakdemirli'nin Maliye Bakanlığı döneminde bu proje için 10 milyon lira sembolik bir para ayrılmıştı. O dönemde, zorunlu tasarruf hesaplarında toplanan öğretmenlere ait paraların, arsanın alımı için aktarılması bile gündeme gelmişti. Hatta, öğretmenleri ev sahibi yapmak amacıyla alınacak olan arsanın satış fiyatı da oldukça uygun bulunmuştu.
 
Buna karşılık kabak Demirel Hükümeti'nin başına patladı.
Tartışmalar toplumda öyle bir infial yarattı ki, panik halinde anlaşmayı hemen durdurma ve sorumluları teker teker yakalayıp tutuklamak gibi bir dizi tedbir alındı.
Oysa, düşünmeden atılan bu adımlar, devletin 149 milyon dolar zarara uğramasına yol açtı.
Herkesin arsa sahibi olarak bildiği, aslında vekaleten satıcı olan Sedat Çolak, İLKSAN'la öyle bir anlaşma yapmıştı ki, atılan bütün adımlar devletin aleyhine oldu.
Yaklaşık 3 bin dönüm olan arsanın satış bedeli 349 milyardı. (Yaklaşık 349 milyon dolar) Ancak, yapılan sözleşmeye göre, son kuruş ödenene kadar tapu devri yapılmıyordu.
Kamuoyunda ortaya çıkan infial üzerine İLKSAN Kayyum'a devredildi. Kayyum da ödemeleri anında durdurdu.
Konu mahkemeye intikal etti.
Tercüman Gazetesi'nin Yönetim Kurulu Başkan Vekili Mümtaz Özkök, uyarmak amacıyla ilgili Asliye Hukuk Mahkemesi Hakimi ile görüştü:
- Acil tedbir alınması gerekiyor.
Sözleşmeye göre, bu paranın ödenmesi lazım.
Aksi takdirde arsa da gidecek, bu güne kadar ödenen 149 milyar lira da.
Asıl skandal şimdi başlıyor. Devlet büyük zarara uğrayacak.
Ardından ekledi:
- Bizim iktidarımızda rahmetli Özal hayatta olsaydı, hemen Emlak Bankası'nı görevlendirirdi.
Oraya güzel bir proje uygular, konut yapardı. Devlet de öğretmen de kazanırdı.
Hakim de durumun farkındaydı. O da dosyayı incelemiş ve olacakları görmüştü.
Yine de "Anladım, doğru Mümtaz Bey, ama" dedi:
- Bugünkü siyasi ortamda bunu kimseye söyleyemez ve anlatamayız. Toplumda infial büyük, yapacak bir şey yok.Toplumda yaratılan infial üzerine kalan paranın ödemesi yapılmadı.
Arsa da gitti para da

Sonuçta tartışmalar durdu, infial yatıştı; ancak yaşanan bu süreç, devletin 149 milyon dolarına mal oldu. Mümtaz Özkök'ün o günlerde dile getirdiği gibi, asıl skandal daha sonra patladı.
 
Konu mahkemeye intikal etti.
Arsa sahibi olarak bilinen, ancak sadece satışa aracılık eden Sedat Çolak, vekilleri adına girdiği davayı kazandı.

Arsa da elden gitti, devletin parası da.
Nereye mi gitti?
Bir kısmı aracılık yapan Sedat Çolak'a, bir kısmı gerçek arsa sahiplerine, bir kısmı da iddialar doğruysa Kemal Ilıcak'a. 

 Öğretmenlere gerçek kazığı, "Soygun var, engelleyin" diyenler attı!
 
Daha sonra olanlar çok daha ilginç. O tartışmalı arsaların büyük bölümünü Edin Holding adına rahmetli Esat Edin satın aldı.
 
Ayrıca, 1993 yılında "büyük yolsuzluk var" diyerek Türkiye'yi ayağa kaldıranların bir kısmı da o arsalara sahip olmak için kuyruğa girdi. Çok daha yüksek fiyatlar ödeyerek arazi sahibi oldu. Dün "orada imarlaşma olmaz" dedikleri yerde bugün çoğunun villası var. 

(blog sahibi notu> bknz: Ömerli )

 İLKSAN konusunda bugüne kadar yazılıp çizilenlerin tamamı hikâye. Her şey apaçık ortada.

Gerçek skandal, medya içi çekişme, menfaat ve siyaset hesaplarının arkasında gizli!

 http://www.takvim.com.tr/Yazarlar/emin_pazarci/2011/01/01/17_yil_sonra_ilksan_skandalinin_perde_arkasi
02 Aug 13:08

Kemal Ilıcak'ın ani ölümü ve Hürriyet Gazetesi - Rasim Ozan Kütahyalı

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)

Tarih 7 Nisan 1993...O zamanlar Erol Simavi'nin sahip olduğu, Ertuğrul Özkök'ün yönettiği Hürriyet Gazetesi'nin manşeti şu:YILMAZ'IN İNTİKAMI... 

Özkök yönetimindeki Hürriyet,Mesut Yılmaz ile işbirliği içinde dönemin Başbakanı Demirel'i yolsuzluk yapmakla,hırsız olmakla suçluyor. 
Manşetin altında beş resim... Afilli ve büyük olanı Mesut Yılmaz'ın resmi. Yılmaz "Yolsuzluğu ortaya çıkaran dürüst siyasetçi" diye pazarlanıyor... Konuyla ilgili diğer üç siyasetçinin de (Köksal Toptan,Sümer Oral,Mehmet Ali Yılmaz) resmi basılmış...Ve fakat bir resim varki flu ve sisli bir resim...O flu resimdeki kişi "Demirel'in yolsuzluk ve hırsızlık ortağı" gibi sunuluyor. Resmin altında ismi verilmiyor, resimaltında "DYP'li patron" yazıyor sadece... 

Haberin içinde de yolsuzluğa bulaşmış diye sunulan bu patron şöyle tarif ediliyor:"DYP'ye yakınlığı ile tanınan,gazete sahibi,zor durumdaki ünlü işadamı"

OPERASYON MANŞETİ
Peki Erol Simavi ve Ertuğrul Özkök'ün Mesut Yılmaz'la işbirliği içinde yolsuzluk yapmakla suçladığı bu "flu resimli patron" ne yapmış? İlkokul öğretmenlerinin sandığı İLKSAN, öğretmenleri ev sahibi yapmak istemiş, İstanbul'da arsa satın almış, İLKSAN yöneticilerini arsa sahipleriyle tanıştıran bu patronmuş... 


Bu da "yolsuzluk ve hırsızlık" kapsamına girermiş...Yani tamamen şişirme,doldurma,uydurma bir manşet... Tam anlamıyla bir operasyon manşeti... Eğer bu olay yolsuzluk kapsamına girerse bu manşeti atan Ertuğrul Özkök'le Güneş Taner arası dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener tarafından açıklanan telefon tapesi ne kapsamına girer acaba? 
Kısacası 7 Nisan 1993 Hürriyet manşetinin amacı belli... 

Ortada yine Eski Türkiye medyasına has hesaplar,kitaplar var.Yine muhtemelen Demirel hükümetinden bir ticari beklenti var.O beklenti karşılanmazsa böyle manşetler atılacağına dair bir nevi şantaj mekanizması devrede. Bir yandan da gazete sahibi olan ekonomik olarak zor durumdaki işadamını külliyen itibarsızlaştırmaya ve bitirmeye yönelik bir operasyon var... 

Peki Mesut Yılmaz&Erol Simavi&Ertuğrul Özkök ortaklığıyla gerçekleştirilen bu operasyon başarıya ulaşıyor mu? Sonuç ne oluyor?  

İşin Demirel kısmı acınası bir hikaye... Demirel'i bu gibi manşetlerle "Hırsız" olarak suçlayanlar bu şahsı önce istedikleri hizaya soktular, sonraki Cumhurbaşkanlığı süreçlerinde de işbirliği halinde 28 Şubat darbe rejimini yönettiler. O süreçte manşetler birbirini hırsız olarak suçlama amaçlı değil,yağlama ve ballama amaçlı atılıyordu artık... 

Demirel-Yılmaz-Özkök üçlüsü 28 Şubat darbe sürecinin "Kanka üçlüsü" oldular. Darbeci askerler mi bu üçlüyü yönetti,yoksa bu üçlü mü-başka kankalarıyla beraber- o darbecileri yönetti ve yönlendirdi,tartışılır.Şu sıralar muhtemelen özel yetkili savcılar da kendi aralarında bunu tartışıyor...  

Ya peki o flu resimle karanlık bir adam gibi gösterilen,onuru çiğnenen,yok yere hırsız olmakla suçlanan mali olarak zor durumdaki patron kimdi? O insan Kemal Ilıcak'tı.Resim sözde flu idi,ama kim olduğu anlaşılıyordu...Kemal Bey o operasyon manşetini,o külliyen şişirme haberi görür görmez şok oldu,fenalaştı ve hastaneye kaldırıldı...Hastanede Kemal Ilıcak'ın beyin kanaması geçirdiği anlaşıldı.Kemal Bey komadaydı artık.Ve bir daha da o komadan çıkamadı,gözlerini hayata bir daha açamadı...9 Nisan 1993 günü de bu dünyadan ayrıldı...

ÖLÜME GÖTÜREN SÜREÇ
Nazlı Ilıcak kocasını ölüme götüren süreci de şöyle anlatıyor... 
"Kemal,o sabah,Hürriyet'te İLKSAN manşetini görmüş...Bu İLKSAN manşeti onun için çok yaralayıcı oldu.Bir bakıma hayatının son bulmasına sebebiyet verdi.Çok gururlu,onurlu bir insandı ve esasen ortada hiçbir yolsuzluk yoktu.. Amaç binlerce ilkokul öğretmenini konut sahibi yapmaktı ve ortada öğretmenlerin aleyhine gelişen herhangi bir durum yoktu" 
 Hürriyet'in operasyon manşetini görünce beyin kanaması geçiren Kemal Bey'in son anlarını ise şöyle anlatıyor Nazlı hanım... 
"Ambulansın içindeydim;kabus gibi hatırlıyorum.Ambulans sesi,hastaneye koşuyoruz,Kemal sedyede ameliyathaneye çıkarılıyor... Kendinde değildi ama "İdrarımı yapmak istiyorum" dedi.Gözyaşları içinde "Tutma,yap idrarını Kemal" dediğimi hatırlıyorum.Duyduğum son cümleleri bunlar oldu..." 

 Evet...Okurken insanın içi parçalanıyor.Nazlı Ilıcak'ın hiç "rövanşist" bir insan olmadığını bilakis cellatları karşısında aşırı hoşgörülü olduğunu da unutmadan yeniden okuyun yukarıdaki satırları... 
Kemal Ilıcak'ın ölüm süreci akla ister istemez Ahmet Kaya'yı getiriyor...Kaya da külliyen uydurma,montaj manşetlerle ölüme yürütülmüştü...Bugüne kadar Ertuğrul Özkök,Ilıcak ailesinden ve Kemal Ilıcak'ı sevenlerden hiç özür dilemedi. Son derece yumuşak bir dille soruyorum Özkök'e...Onurlu bir adamı hırsızlıkla suçladığın için ve sonucu ölümle biten bu yalan manşetinden ötürü hala özür dilemeyecek misin? Nazlı hanımın aşırı hoşgörüsünden mi medet umuyorsun? Bu olaydan ötürü hiç pişmanlık duymuyor musun?  

Bu feci olayın Mesut Yılmaz ve Erol Simavi gibi diğer aktörleri ve Rahmetli Kemal Bey'e ihanet eden kimi işadamlarıyla ilgili haftaya yazmaya devam edeceğim...


AKP Bartın Milletvekili Köksal Toptan, hayatını anlattığı kitabında, yakın tarihimizin bilinmeyen olaylarına ışık tutuyor. Toptan'ın, Hasan Yılmaz tarafından kaleme alınan kitabının geliri özürlülerin eğitimine harcanacak. Kitapta Toptan'ın Milli Eğitim Bakanlığı sırasında kamuoyunda büyük yankı uyandıran ve kendisini istifanın eşiğine getiren İLKSAN skandalıyla ilgili bazı gerçekler ilk kez dile getiriliyor.
 
ILICAK'IN KURTULUŞ FORMÜLÜ

Olay şöyle anlatılıyor:
Tercüman Gazetesi'nin patronu Kemal Ilıcak mali sorunlarla boğuşuyordu. Ilıcak'ın İstanbul'da Ömerli Barajı yakınında büyük bir arsası vardı ve bir türlü müşteri bulamamıştı. Yakın dostu Süleyman Demirel'in Başbakan olması, onun için umut kapısı oldu. İlkokul Öğretmenleri Yardımlaşma Sandığı olarak kurulan İLKSAN arsayı satın alırsa, Kemal Ilıcak büyük ölçüde maddi sıkıntıdan kurtulacaktı, konuyu Demirel'e açtı, o da dönemin Milli Eğitim Bakanı Köksal Toptan'a iletti. Toptan, İLKSAN'ın kendine doğrudan bağlı bir kurum olmaması, talimat verme yetkisi bulunmaması, kurumun bu arsayı alacak parasının da olmaması nedeniyle konunun üzerinde durmak istemedi.

İLKSAN yönetimi, Ilıcak'a ait arsayı satın almak için Bakan Toptan'dan para istemeye geldi. Ilıcak bu ziyaret sırasında Toptan'ı arayarak yardımcı olmasını istedi. Toptan, "Rahmetli Kemal Ilıcak'a, bu Fon'un kanununu da göstererek, bundan para aktarmanın imkansız olduğunu söyledim. Konuya Demirel müdahil oldu. Ona da aynı şeyleri söyledim." diyor kitapta.

Bu süreç, kitapta şöyle anlatıldı:
 "1992 sonlarında 1993 bütçesi için Plan Bütçe Komisyonu'nda Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinin görüşüldüğü gün, o zamanki Maliye Müsteşarı bana gelerek, 'Sizin bütçeye İLKSAN'a yardım olarak bir miktar para kayacağız' dedi. Ben de kesinlikle böyle bir şeye izin vermeyeceğimi, buna muhalefet edeceğimi söyledim. Bütçe Kanunu çıktı. 1993 Ocak ayı sonu veya Şubat ayının başlarıydı, önüme bir yazı geldi. Yazıda bütçede İLKSAN'a ayrılan 50 milyar lira paranın, kullandırılmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı'na ayrıldığı yazıyordu. Şaşırdım. Araştırdım. Maliye Bakanı ile konuştum. Meğer bizim bütçeye konulmayan para, Maliye Bakanlığı'nın bütçesine konulmuş. 'Ben parayı ödemem' dedim. Çünkü, bu biçimi doğru bulmadım. İçime sindiremedim. Belki de yolsuzluk kuşkusu vardı."

Ilıcak'a verdiği sözü tutan Demirel'in, o günlerde "Verdiysem ben verdim" resti kitapta şöyle anlatılıyor: 
"Bir gece vakti Meclis'den Cavit Çağlar ile çıkıyoruz. 'ANAP'lılar fıs fıs bir şey konuşuyorlar. Arsa mı almışsınız, bir şey yapmışsınız. Onu Meclis'e getireceklermiş' dedi. Bakanlığa geldim. Arkadaşlara soruyorum, onlar da bilmiyor. Aklıma İLKSAN hiç gelmiyor. Ertesi gün Hürriyet Gazetesi'nde 'İLKSAN Skandalı' diye boydan boya haber yayınlandı. Olayın ne olduğunu öğrendim. Sanırım Sayın Demirel açısından o olaydan sonra aramızda soğukluk ortaya çıktı. Demirel'in 'Verdiysem ben verdim' sözünün yorumu, 'Kimseye hesap vermeye mecbur değilim' gibi yapıldı. Oysa tüm sorumluluğu kendi üzerine alma düşüncesi vardı."
02 Aug 13:07

Diktatör mü dediniz... Hava tahmini ve bulmaca bile yasaktı!- Hasan Karakaya

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)
[..][..]
“Diktatör” dediğin,
“Sansürcü” dediğin,
“Gazetelere talimat yağdırıyor” dediğin adam, “Milli Şef İsmet İnönü” gibi olur!..
Hani, “Kılıçdaroğlu’nun atası İsmet İnönü” var ya, ondan söz ediyorum.
Evet, İsmet İnönü;
Tam bir “diktatör”dür!..
“Sansürcünün şahı”dır!..
“Yasakçılığın kralı”dır!..
“Baskıcılığın feriştahı”dır!..

HAVA TAHMİNİ BİLE YASAK

Bay Kemal Kılıçdaroğlu, eğer “diktatör” arıyorsa, kendi partisine, kendi liderlerine bakmalıdır.
Çünkü, İsmet İnönü döneminde, “meteorolojik tahminler yayınlamak” bile “yassah”tı, iyi mi?..
Evet, evet;
“Havanın bugün yağmurlu olacağı, rüzgârın sert eseceği tahmin ediliyor” diye yazmak bile “yasak”tı!..
Biliyor musunuz;
“Bulmaca” bile yasaktı!.
İnanmadınız mı?..
O halde, buyrun Ahmet Anapalı’nın derlediği “sansür uygulamaları”na bir göz atalım ve görelim “sansür” nasıl bir şeymiş:


KARİKATÜR YASAK

l Kâzım Karabekir’in beyanları dikkate alınmayacak ve ondan asla bahsedilmeyecektir. (Anadolu Ajansına CHP tarafından bildirilmiştir)
19 Eylül 1939
l Yabancı devlet reisleriyle icra heyetleri başlarında bulunan zevat hakkında itidalli karikatür yapılsın.
(Başbakan Refik Saydam’ın şifresine dayanarak İstanbul Vilayetinden Gazete merkezlerine bildirilmiştir.)
22 Mayıs 1940
l 1- Anadolu Ajansı’nın haberlerinden başka haber yazılmayacaktır.
2- Sansasyonel başlık yapılmayacaktır.
3- Başmakale yazılmayacaktır.
4- İkinci baskı ve ilave yapılmayacaktır.
(Dahiliye Vakâleti’nden bildirilmiştir.)
10 Haziran 1940
l Cumhuriyet Gazetesi yazarı Nadir Nadi’nin yazdığı makalelere hiçbir gazeteden hiçbir yazar cevap vermeyecektir.
(Matbuat Umum Müdürlüğü)
3 Ağustos 1940
l Gazetelerimizin son günlerdeki neşriyatı arasında dinlerden bahis yazı ve mütalaa, ima ve temennilere rastlanmaktadır. Bundan sonra dinler mevzuu üzerinde hiçbir şekilde hiçbir yazar en küçük bir yazı yazmayacaktır. Hali hazırda seri olarak yazılanlar da 10 gün içinde bitirilecektir.
(Matbaa Umum Müdürlüğü Namına İzzettin Tuğrul’dan tüm gazetelere)
10 Ağustos 1940
l Otomobil yedek parçalarıyla lastiklerin bittiği, un stokunun azaldığı, meyve ve sebzeye yapılan zamlar asla yazılmayacaktır.
(Matbaa Umum Müdürlüğü’nden yapılan Tebliğ)
10 Ağustos 1940
l Geçmiş, halihazır ve geleceğe dair meteorolojik tahminlerin neşredilmemesinin bütün gazetelere tebliğini rica ederim.
(Başvekil namına Müsteşar Vehbi Bey’den Tüm Valiliklere)
4 Kasım 1940
l Reisicumhur İsmet İnönü, Ankara Civarında küçük bir seyahat yapmak üzere hareket etmiştir. Gazeteler bundan başka hiçbir şey yazmayacaklardır.
(Matbaa Umum Müdürü)
14 Aralık 1940
l Vergilere yapılması düşünülen zamlar hakkında hiçbir neşriyatta bulunulmamasının, gazetelere tebliğini rica ederim.
(Matbaa Umum Müdürü)
19 Mart 1941
l Bakanlar Kurulu toplantılarının ne zaman ve hangi gündem maddeleri üzerine toplanacağına dair haber yapılmamasının gazetelerin baş yazarlarına tebliğini rica ederim.
(Matbaa Umum Müdürü)
23 Ağustos 1941
l Memleket genelinde vuku bulan Tren kazaları hakkında gazetelerde haber yapılmayacaktır.
(Matbaa Umum Müdürü)
4 Şubat 1941
l Memleket genelinde baş gösteren un, şeker, yağ, tuz gibi vesair maddelerin stoklarının bitmesi hususunda gazetelerde haber yapılmayacaktır.
(Dahiliye Vekâleti)
7 Mayıs 1941
l Son günlerde İstanbul gazetelerinde dikkat çekici bir hâl alan yazar atışmalarına yarın sabahtan itibaren kat’i bir surette nihayet verilecektir.
(Matbuat Umum Müdürü)
28 Mayıs 1941
l Hatay’da 15 haydut 3 otomobil soymuş, bir polisi öldürmüş, 2 kişiyi yaralamış ve 15.000 lira gasp ederek kaçmışlardır. Bu haber kesinlikle yazılmayacaktır.
(Emniyet Müdürlüğünden bütün gazetelerin baş yazarlarına)
29 Ağustos 1941
l Gazetelerdeki bulmacaların siyah kareleri “gamalı haç’a” benzetilebileceğinden dolayı bundan sonra bulmaca bölümü hazırlanmayacaktır.
(Matbaa Umum Müdürlüğü)
18 Aralık 1941
l Mebus General Kâzım Karabekir’in 23 Aralık 1940 günü TBMM’de yaptığı beyanat gazetelerimizde hiçbir şekilde yayınlanmayacak ve bu beyanattan bahsedilmeyecektir.
(Başvekilimizin emriyle tüm vilayetlere Matbaa Umum Müdürlüğü’nden)
23 Aralık 1940

ŞEKERE ZAM HABERİ YASAK!

l Halkımıza vesika ile ekmek satışı hususunda gazetelerde hiçbir şekilde haber yapılmayacaktır.
(Matbaa Umum Müdürlüğü)
9 Ocak 1942
l Son günlerde artan şeker fiyatları hakkında gazetelerde haber yapılmayacaktır.
(Matbaa Umum Müdürlüğü)
29 Ocak 1942
l Ekmekten, odundan ve kömürden, etten, şikâyet kılıklı neşriyat yapılmayacaktır.
(Matbaa Umum Müdürlüğü)
10 Ocak 1942
l Mahkemelerimizin verdiği kararların aleyhinde hiçbir surette haber yapılmayacaktır.
(Matbaa Umum Müdürlüğü)
6 Mayıs 1942
l Zabıta, adliye ve mülkiye memurlarının yaptıkları hata ve işledikleri suçlara ait neşriyat yapılmayacaktır.
(Matbaa Umum Müdürlüğü)
24 Mayıs 1942
l Yeni Sabah Gazetesi Müdürlüğü’ne, Sami Karayel’in “İç Yüzleri” başlıklı tefrikasını kesmenizi rica ederim. Verilen talimatı istismar yollu neşriyatta bulunmanız doğru değildir.
(Umum Müdür Vekili İzzettin Nişbay)
29 Mayıs 1944
l Tasvir-i Efkâr Gazetesi Müdürlüğü’ne... Gazetenizin 21 Haziran 1942 tarihli nüshasının başmakalesi dikkat çekici görülmüştür. Hükümet reislerinden bahsederken daha ihtiyatlı bir lisan kullanılmasını rica ederim.
(Matbuat Umum Müdürü Selim Sarper)
23 Haziran 1942
l Türk rejiminden bu rejimin ideolojisinden gayrı, velev fikri tetkik namı altında dahi olsa başka ideolojilerden asla bahsedilmeyecektir.
(Başbakan Refik Saydam)
22 Mayıs 1942

BATI’NIN TRUVA ATI!

Bu liste böyle uzar gider…
Şanlı “cumhuriyet tarihimizin sansür tarihi” de son derece şanlı ve iftihar tablosu ile dolu değil mi?....
Bugün Türkiye’de “eksen kayması”ndan şikayetçi veya “diktatörlükle” idare edilmemizden muzdarip zevat, çok değil; günümüzden 50-60 sene önce dedeleri tarafından memlekette bu tür yasakların uygulandığından haberdar mıdır acaba?...
Tayyip Erdoğan’ı “diktatörlük”le itham eden Bay Kılıçdaroğlu, “son girişimi”nden sonra, acaba kendisine “Truva Atı” derlerse, ne cevap verir?..
Birisi, Bay Kılıçdaroğlu’na “Türkiye’de yaşadığını” hatırlatmalıdır.
“Türkiye’de yaşayan” bir insan;
“Batı’nın Truva Atı” olmaz!..
Bilmem, anlatabildim mi?..
 
Botta cephanelik... Soros’un piçleri!
Her zaman söylüyorum ya, eğer Türkiye’de yaşıyorsan, “rehavet”e kapılma gibi bir lüksün yok... Çünkü bu ülke üzerinde; birçok ülkenin, birçok örgütün hesapları var, plânları var...
Alın işte... Tam “Gezi eylemleri tavsadı” deyip, kulağımızın üzerine yatmaya başlamıştık ki, Yunanistan karasularında ele geçirilen “bot”ta yakalanan “silah”lar, “uyumanın zamanı olmadığını” gösterdi.
Şu hâle bakın; DHKP-C’li militanlar; Yunanistan üzerinden Türkiye’ye “silah” sokuyorlar... Hem de, silahların arasında “lav” var, “suikast silahları” var...
“Tanksavar” bile var...
O silahlarla, herhalde “Bayram şenliği” yapmayacaklardı... Allah bilir nereleri uçurup, nasıl bir “kaos”a yol açacaklardı... Ben bunlara sövdüğümde, “sen de çok küfürbazsın” diyorlar... Söyleyin Allah aşkına; ülkede kargaşa çıkarmayı ve “suikast”larla adam öldürmeyi plânlayan bu hayvanlara, “Sorospu Çocukları” demeyeyim de, ne diyeyim ben?..
Bunlara; özellikle “Sorospu Çocuğu” diyorum, çünkü bunlar “Soros’un piçleri”dir!..
“Emiri” de ondan alıyorlar, “parayı” da!..
Öyle değilse, bu “silahlar” neyin nesi?..
Uzun lâfın kısası, uyumayın!..

 http://www.habervaktim.com/yazar/60598/diktator-mu-dediniz-hava-tahmini-ve-bulmaca-bile-yasakti.html
02 Aug 12:49

MİT DUYARLILIĞI YÜKSEK SİTELER VE GAZETECİLER- Emre Uslu

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)
Dursun Çiçek’in yargılandığı İnternet Andıcı davasından artık hepimiz biliyoruz ki, devlet, internet siteleri üzerinden psikolojik harekât kampanyası yapıyor. Yine hepimiz biliyoruz ki, yargılamaya konu olduğu için TSK psikolojik harekât faaliyetlerini sınırlandırdı. Buna karşın psikolojik harekât faaliyetleri MİT’in kontrolüne geçti. İzlenimim o ki, MİT bu faaliyetleri TSK’dakinden farklı olarak doğrudan merkezdeki kadrolu personeli üzerinden değil kullandığı kişiler/ gazeteciler üzerinden yürütüyor.
MİT’in psikolojik faaliyet yürüttüğünü düşündüğüm siteler özellikle son dönemde MİT’e yöneltilen eleştirileri hemen karşılayıp yumuşatma veya yalanlama görevi üstlenmişler.
MİT’in hedefinde olduğu düşünülen kişi ve gruplar bu siteler ve gazeteciler üzerinden itibarsızlaştırılıyor.

Peki, bu konularla ilişkisi olmayan bir okur hangi haberin MİT’in psikolojik harekât kampanyası olduğunu, bunun için hangi internet sitelerinin kullanıldığını nasıl anlar?
Bunu ayrımını yapabilmek için öncelikle bazı gazetecilerin ilginç ilişkiler ağını bilmek gerekir. Daha sonra bu gazetecilerin yönettiği internet sitelerinde çıkan haberlerin içeriğine bakmak gerek.

Hemen bir örnekle devam edelim. Önceki gün Taraf gazetesinde MİT personelinin bir eğlence mekânında eğlenirken mekânın fotoğrafçısının çektiği fotoğraflarla deşifre oldukları haberi vardı. Bu haberi MİT doğrudan yalanlamadı. Ancak haber haber10.com adlı bir internet sitesi üzerinden yalanlandı.


Başka siteler almadı ama son dönemlerde MİT konusunda duyarlı olduğu açıkça belli olan bir grup internet sitesi haber10.com’un yalanlamasını hemen dolaşıma soktu ve Taraf’a karşı hemen bir psikolojik harekât kampanyası başlatıldı. Yine Taraf’ın yaptığı MİT haberleri sanki üzerlerine vazifeymiş gibi bazı köşe yazarları tarafından yalanlanıp MİT aklanmaya çalışıldı.

MİT’in etki alanı altında olan yayın organları ve gazetecileri öğrenmek isteyen bir okur işte böylesi bir örnek haberden yola çıkarak kimin hangi ilişkilerle nasıl hareket ettiğini tesbit edebilir.

Bu yazıda önce MİT hassasiyeti yüksek internet sitelerini, sonra bazı yazarları, sonra da bunların ortak ilişkiler ağının bir fotoğrafını çekmeye çalışacağım.

haber10.com
sitesinden başlayalım. İslami çevrelerde Malatyalılar Grubu olarak bilinen grubun denetimi altında olan bu site MİT hassasiyeti en yüksek sitelerden biri. İslami gruplar arasında Malatyalılar Grubu’nun MİT/ Derin Devlet ile olan ilişkisi zaten tartışma konusudur. Örneğin bu gruptan biri olan İsmail Nazar kendilerinin bir dönem derin kişiler tarafından silahlı eğitime tabi tutulduğunu itiraf etmişti.

Bu ilişkiler ağının içine haber10.com’un Genel Yayın Yönetmeni Hikmet Gök’ün İran’da yaşadığı 10 yılı da eklemeniz gerek. Ancak haber10.com’un MİT konusunda çok hassas olmasını, MİT konusunda çıkan hemen her olumsuz haberi yalanlamaya, her olumlu haberi de yaymaya çalışmasını sadece bununla açıklanamaz.

Bu sitede yazan ve uzun süre göz ucuyla takip ettiğim bence asıl üstünde durulması gereken kişi Sinan Tavukçu. Kendisi bir mali müşavir olduğu hâlde MİT ve istihbarat konularıyla çok yakından ilgili biri. haber10.com’da MİT ve istihbarat dünyası ile ilgili yazıları yazan Esat Sinanoğlu takma isimli kişinin de Sinan Tavukçu olduğu iddialar arasında.

Ben haber10.com’un MİT hassasiyetinin ana kaynağının Tavukçu/ Sinanoğlu isimli yazarlarla Hikmet Gök’ten kaynaklandığını düşünüyorum örneğin.

Sinan Tavukçu/ Esat Sinanoğlu daha yakından ilgilenmeyi hak eden biri ama bu konuyu bir sonraki yazıya bırakalım internet sitelerinden devam edelim.

Not:
Bu bağlamda incelenecek başka siteler de var. Ancak gazetede yer darlığı nedeniyle burada kesiyorum. Yazının devamını gazetenin internet sitesinden okuyabilirsiniz.

İkinci site ‘medyagundem.com’ 


Bu site son dönemde AKP ve MİT’i eleştiren hemen kim varsa ağır hakaret ve küfürlerle karşılık veren bir site. Sahibinin Tutkun Akbaş isimli bir gazeteci olduğu medya çevrelerince biliniyor.

Tutkun Akbaş ilginç bir gazeteci. Babası polis. Gazeteciliğe bir İslami vakıfta kalırken Yörünge dergisinde başlıyor. Daha sonra Veli Küçük’ün sekreteri iken Tuncay Güney’le birlikte Samanyolu TV’de çalışıyor. O dönem 28 Şubat’ın bir psikolojik harekât kampanyası olarak Samanyolu TV’den Fethullah Gülen’in kasetlerinin çalınıp kolajlandıktan sonra ATV’ye verilmesi olayı meşhurdur. Bu gazeteci daha sonra Radikal gazetesine geçiyor. Susurluk olayının olduğu dönemde Radikal gazetesine Tuncay Güney’in satmak istediği meşhur fotomontaj fotoğrafları getirmek isteyen muhabir Tutkun Akbaş. Neyse ki uyanık bir editör sayesinde o fotomontaj fotoğraf operasyonu patlıyor.

Tutkun Akbaş’ı daha sonra Tempo dergisinde görüyoruz. Yaşar Büyükanıt’ın “Bu başörtülüler de fazla olmaya başladı” çıkışından bir süre sonra Tutkun Akbaş Tempo’dan kapak haberi patlatıyor: “Türbanlı Porno.” Başörtülü kadınları açıkça ahlaksızlıkla suçlayan o kapak haberi belli ki belli merkezlerden alınan işaret fişeğiyle hazırlanmış bir operasyon dosyası.

Daha sonra bu gazetecinin yolu bence şaşırtıcı olmayan bir şekilde Ergenekon muhibbi OdaTV ile kesişiyor. Yani Samanyolu TV’de başlayan yolculuk OdaTV’de son buluyor.
OdaTV’den ayrılıktan sonra kendi sitesi medyagündem.com’u kurup oradan bu sefer AKP hükümeti ve MİT’i eleştiren kim varsa ona yaylım ateşi açıyor. Medyadaki ciddi yazarlara göre bu sitenin hükümete yakın büyük bir medya grubu tarafından desteklendiği iddia ediliyor.

Nereden baksanız ilginç bir fotoğraf. Bu fotoğrafın içinde MİT hassasiyeti daha bir anlam kazanıyor.

Üçüncü site medyasavar.com. Bu site de format ve içerik olarak neredeyse medyagündem.com’un aynısı. Aynı haberleri aynı dille kullanıyorlar. Bir iddiaya göre medyagundem.com ve medyasavar.com gibi MİT hassasiyeti yüksek siteler iktidara yakın bir medya grubu içine yerleştirilmiş bir grup gazeteci tarafından hazırlanıyor.

Bir iddiaya göre ise bu sitenin sahibi veya destekçisi, Tuncay Güney’i ilginç bir şekilde medyada ilk bulan ve onunla ilk röportajı yapan Şaban Arslan. Hatta OdaTV Şaban Arslan’ın Tuncay Güney’e çalıştığını iddia etmişti. Şaban Arslan halen Sabah Grubu’nda çalışan bir gazeteci.

Eğer MİT konusunda aşırı hassasiyet gösteren medyasavar.com adlı sitenin sahibi veya destekleyeni gerçekten de Şaban Arslan ise ilginç bir fotoğraf ortaya çıkar. Umarım Arslan bu iddiayı doğrulamaz ve onun bu site ile ilişkisi başka verilerle ispatlanmaz.

MİT konusunda hassasiyeti olan bir başka internet sitesi ise hurhaber.com. Bu site medya dünyasında Sabah yazarı Mahmut Övür’ün sitesi olarak bilinir. Övür zaman zaman MİT içinden yaptığı çarpıcı haberlerle bilinen bir gazeteci. Ancak ben bunun Övür’ün özel ilişkilerinden ziyade, gazetecilik başarısı olduğunu düşünürüm.

hürhaber.com
’u bu bağlamda benim radarıma sokan iki kişi var. Bunlardan biri kuşkusuz bu sitede yazan Balıkçı lakaplı MİT-Öcalan görüşmesinin aracısı İlhami Işık. Sanırım bu konuda fazla söze gerek yok. Ancak ben kimliği ve duruşu belli olan İlhami Işık ile ilgili değilim. Beni asıl ilgilendiren bir başka kişi. Bu sitede Cem Atilla takma adıyla yazan Ömer Adıyaman isimli “gazeteci”. Bu gazeteci özellikle Malatya’da görülen Zirve davasında bazı güvenlik birimlerinin içinden aldığı bilgilerle o dönem Sabah gazetesinde yaptığı haberlerle adını duyurdu. Bu kişinin Zirve davası ile olan ilişkisi her şekliyle incelenmeyi hak ediyor.
Ancak benim bu gazeteciyi daha yakından takibe almam bizzat kendimle ilgili bir konu. Bu gazeteci Uludere olayının hemen arkasından yazgazeteci.com adlı bir tetikçi site kurdu. Bu sitede Uludere olayı ile MİT arasında ilişki kuran ben ve Baransu hakkında inanılmaz bir iftira kampanyası başlattı. Bununla da yetinmeyerek benim askerlik durum belgemi ve adreslerimi yayınlayıp ailemi PKK’ya hedef gösterdi. Onunla da yetinmeyerek elinde fotoğraflarımın olduğunu belirtip yayınlamakla beni tehdit etti.

Oradaki kampanyayı Başbakan’a yazdığım bir açık mektupla deşifre ettikten sonra o site alelacele kapatıldı ve bu kişi Cem Atilla adında MİT’in hedefe koyduğu grup ve kişilere karşı hürhaber.com’da yazılar yazmaya, haberler yapmaya devam etti…

Bu listeyi daha da uzatmak mümkün. Örneğin Mehmet Eymür’ün yazdığı son.tv ve o site etrafında toplanan bir gazeteci ekibi bunlardan biri.

Ancak son dönemde MİT konusunda aşırı hassasiyet gösteren bu siteler ve bu gazetecileri biraraya getiren ortak bağlantı noktası ne diye sormadan edemiyor insan?

Ben bu siteler ve bu gazetecilerin hiçbirine MİT’çi demiyorum. Belki de hiç ilgileri yoktur. Muhtemelen kendileri de bu konuda açıklama yapıp MİT’le ilgilerinin olmadığını yazacaklardır. Ancak MİT ile ilgili herhangi bir haber sözkonusu olduğunda bu sitelerin önden koşan atlılar gibi aşırı hassasiyet göstermeleri ve bu sitelerde çalışan ilginç gazeteci profilleri de hem bu siteleri hem de bu gazetecileri yakından izlemeyi hak ediyor…dremreuslu@gmail.com
twitter/emreuslu

 http://euslu.com/2013/08/01/mit-duyarliligi-yuksek-siteler-ve-gazeteciler/
02 Aug 12:46

‘Şehit tabutuyla eroin taşıyanlar kim?

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)
Ergenekon’un gizli tanıklarından Astsubay Hüseyin Oğuz, “Bacağımı, gözümü, böbreğimi kaybetmiş biri olarak konuşuyorum burada. Ama şehit tabutuyla eroin taşımadım” dedi.

ERGENEKON Davası’nda “Gizli Tanık 15” olarak bilinen emekli Astsubay Hüseyin Oğuz, ifadesinin duruşma salonunda açık kimliğiyle alınmasını talep etti. Bu talebi kabul edilen emekli Astsubay Oğuz, duruşmada açık tanık olarak dinlendi. 1990’lı yıllarda Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde jandarma astsubay olarak görev yapan Astsubay Oğuz, Türkiye’de karanlık yapıları aydınlığa çıkarmak için mücadele ettiğini savundu. Susurluk kazasıyla ilgili soruşturma kapsamında 18 Şubat 1997’de ifade verdiğini ifade eden Oğuz, verdiği ifadelerle eski Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve Albay Kazım Çillioğlu’nun mezarını açtırdığını belirtti. Oğuz şöyle devam etti:  
“Eşref Bitlis ve ekibi ile Uğur Mumcu’nun nasıl katledildiğinin çözümü için buradayım. Terörle mücadelede 16 yıl çalıştım. Bacağımı, gözümü, böbreğimi kaybetmiş biri olarak konuşuyorum burada. Ama şehit tabutuyla eroin taşımadım. İnfaz edilecekken mahkeme sayesinde kurtuldum. Namuslu, şerefli Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının karanlık güçler tarafından nasıl yok edildiğini biliyorum. O dönemde kurulmuş JİTEM’in bünyesindeki C4 patlayıcılarını, siyanür zehirlerini biliyorum. Buradaki zanlılarla ilgili hiçbir ithamda bulunmadım. Ama Veli Küçük, hiç karşılaşmak istemediğim bir zat. Acaba Yeşil’i tanıyor mu? Onu çok iyi biliyor. O PKK itirafçılarını nasıl sahte kimlikle bünyemize soktular, TSK’yı nasıl kirlettiler, bu konuda Veli Küçük’ü izaha çağırıyorum.”

‘Tarık Ümit’i Yeşil öldürdü’

MİT ajanı Tarık Ümit’in 3 Mart 1995’te kaçırılıp öldürüldüğünü iddia eden tanık Oğuz, 
“Tarık Ümit, o dönem ‘Yeşil’ olarak bilinen JİTEM elemanı Mahmut Yıldırım’a teslim edildi. Muğla Marmaris’te tek kurşunla, Yeşil tarafından infaz edildi” dedi. Veli Küçük’ün Tarık Ümit’in kızı ve amcasının neden 24 saat gözaltında tutulduğuna cevap vermesi gerektiğini belirten Oğuz, “Lice yakıldığı zaman oradaki tugay komutanı kimdi? Bahtiyar Aydın niçin katledildi, çıksın açıklasın. Ben insanlara pislik yedirmedim. Tarık Ümit olayı çözülürse, JİTEM ve MİT’in o dönemdeki ortak eylemleri ortaya çıkacaktır” ifadelerini kullandı. Uğur Mumcu’nun, söylendiği gibi İran gizli servisi tarafından katledilmediğini ve Kürt sorunuyla ilgili bir kitap yazdığı, sorunun şiddetle çözülemeyeceğini belirttiği için öldürüldüğünü öne süren tanık Hüseyin Oğuz, “JİTEM kurumlara leke vuran hainlerin sızdığı bir çetedir. Onlar faili meçhullere devam ediyorlardı” diye konuştu. Mahkeme Başkanı Hüseyin Özese’nin, “JİTEM hakkında ne biliyorsunuz?” diye sorması üzerine Oğuz, “Terörle mücadele amacıyla jandarmanın bir unsuru olarak kurulmuş. PKK itirafçılarıyla korucuları bünyelerine katarak çete oldular. Eroin ve silah kaçakçılığı yaptılar. Yüksekova çetesi de JİTEM’in bir koluydu” dedi.

‘JİTEM siyanür kullanıyordu’

JİTEM’in işadamı Vedat Aydın ve gazeteci Musa Anter gibi birçok ismi kaçırıp sorguladığını öne süren tanık Oğuz, gözaltına alınanların JİTEM’cilerin yasal yetkileri olmadığı için yasa dışı bir şekilde sorgulandıklarını da anlattı. JİTEM’in elinde, C4 patlayıcı, siyanür zehiri, boğma teli, uzun namlulu silahlar, el bombaları, susturucu suikast silahları bulunduğunu savunan Oğuz, JİTEM’in C4 plastik patlayıcı ve zehir kullandığı için faili meçhul cinayetlerin çözülemediğini de ifade etti. JİTEM’in amaçları doğrultusunda çalışması durumunda dağda bir tane bile PKK’lı kalmayacağını savunan tanık Oğuz, “Çünkü onların sınırsız istihbarat ödenekleri vardı. Parayı barda pavyonda yiyorlardı. Polis bile onlara soru soramıyordu. JİTEM, kendi binası veya bir köprü altında sorgular ve infaz ederdi. Sahte kimlikli oldukları için adli makamlar, kimlik tespitini yapmakta çok sıkıntı çekerdi” 
diye konuştu. Susurluk döneminden tanıdığı Tuncay Özkan’ın, Veli Küçük ile yargılanmasına anlam veremeyen Oğuz, “Özkan ile Veli Küçük’ün ne alakası olabilir”
 dedi.

İstihbaratçıydı çoban oldu

Ergenekon davasında tanık olarak dinlenen emekli astsubay Hüseyin Oğuz, Güneydoğu bölgesinde jandarma istihbarat elemanı olarak 10 yıl boyunca görev yaptı. Görev yaptığı süre boyunca sadece terör örgütü PKK ile değil, asker, polis, korucu ve itirafçı gibi devletin kadrosundaki yasadışı faaliyetlerle mücadelesiyle tanındı. Yüksekova çetesini ortaya çıkaran isim olarak da tanınan Oğuz, Susurluk skandalında TBMM Araştırma Komisyonuna Veli Küçük’le ilgili verdiği ifadeleriyle öne çıktı. Faili meçhul cinayetlerden sorumlu tutulan Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın kimlik bilgilerini ilk o tarif etti. Bir istihbarat uzmanı olarak tarihi açıklamalara imza attıktan sonra emekli olup, İzmir Karaburun’da çobanlığa başladı.

 http://haber.gazetevatan.com/sehit-tabutuyla-eroin-tasiyanlar-kim/474782/1/gundem
02 Aug 12:46

Neşe Düzel- Hüseyin Oğuz röportajı: ‘Öldürüp, kelle vergisi aldılar’

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)
Ölen terörist karşılığında ‘kelle vergisi’ diye bir para veriliyordu. Bu yüzden terörist diye çobanlar, gariban insanlar öldürüldü. Karşılığında paralar alındı.”
Yıllar önce ERNK vardı. Şimdi KCK var. Bu siyasi yapıyı yok edemezsiniz. PKK’nın artık şehirlerde direkt silahlı eyleme giren bir kadrosu var. Bu kadro dağa da gider.”
“JİTEM’e eleman almadan önce, fikir yapısı bize uyar mı diye araştırıyorlardı. JİTEM’de ideolojik bir akım vardı. Sadece ülkücü kökenliler istihbarat yapıyordu JİTEM’de.”
* * *
 Peki... General Bahtiyar Aydın’ı kim öldürdü?
İsim vermeyeceğim. Hangi albay Diyarbakır’a suikast silahı olan Biksi ve Kanas’ı götürdüyse, o yaptı bu işi. 4 No’lu DGM’de albayın kendi ifadesinde var bu. O albay yanında Kahraman Bilgiç’le bir tetikçiyi daha götürdü. Bahtiyar Aydın’ı Lice’de bir operasyona çektiler ve onu orada ensesinden bir kurşunla öldürdüler. Bahtiyar Aydın’ı öldüren suikast silahı zaten PKK’da yoktu. 

NEDEN HÜSEYİN OĞUZ
Genelkurmay Başkanı geçen hafta malum konuşmalarından birini daha yaptı ve Ergenekon davası sanıklarından JİTEM’ci bir komutana açıkça ismini vererek sahip çıktı. Eğer JİTEM ve JİTEM’ciler, bu kadar sahip çıkılacak bir yapılanma idiyse, acaba niye ordu yıllarca JİTEM’in varlığını reddetmişti? Gene niye acaba Ergenekon davasında yargılanan askerlerin çoğunun yolu bir dönem Doğu ve Güneydoğu’dan geçmişti ve JİTEM’le buluşmuştu? Bölgedeki faili meçhul cinayetler, toplu mezar iddiaları niye hep JİTEM’le ilgiliydi? Bugün devam edip etmediğini bilmediğimiz bu son derece tehlikeli istihbarat ve operasyon yapılanması neler yaptı? JİTEM’de çalışan itirafçıların birçok cinayeti açıklamalarına rağmen neden bu cinayetler hiç soruşturulmadı? Neden bugün Genelkurmay Başkanı, JİTEM cinayetlerinden yargılanan bir albaya sahip çıkmaya çalışıyor? Neden ordu, JİTEM’in varlığını sürekli reddetmeye uğraşıyor? JİTEM’in işlediği cinayetleri Ankara’daki karargâh biliyor muydu? JİTEM, uyuşturucu kaçakçılığıyla ilgilendi mi? Silah ve insan kaçakçılığı yaptı mı? Haraç topladı mı? JİTEM’in tetikçisi Yeşil yaşıyor mu? 
 Bütün bu soruları, Doğu ve Güneydoğu bölgesinde Jandarma istihbarat elemanı olarak görev yaptığı on bir yıl boyunca sadece PKK’yla değil, asker, polis, korucu ve itirafçı gibi devletin kadrosundaki görevlilerin yasadışılıklarıyla da mücadele eden ve Ergenekon çetelerinin ilk habercisi olan Yüksekova çetesini ortaya çıkaran ve bu uğurda büyük bedeller ödeyen, yaşayabilmek için bir dönem İzmir Karaburun’da çobanlık yapan Emekli Astsubay Hüseyin Oğuz’a sorduk.

 Çok net, çok cesur cevaplar aldık. Hüseyin Oğuz’un ‘Ömrüm’ adını verdiği kitabı Lagin Yayınları’ndan yeni çıktı.
* * *
NEŞE DÜZEL: JİTEM nedir?
HÜSEYİN OĞUZ: JİTEM’in açılımı, Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele’dir. Jandarma Genel Komutanlığı’nın bünyesinde kurulmuş bir istihbarat timidir bu. Ama şunu söylemek lazım. İçişleri Bakanlığı’nın bilgisi olmadan JİTEM kurulamazdı. Çünkü istihbarat ödeneklerini İçişleri Bakanlığı veriyor. JİTEM, Genelkurmay Başkanlığı’nın ve İçişleri Bakanlığı’nın bilgisi dâhilinde Jandarma Genel Komutanlığı tarafından kuruldu.

Neden ordu, JİTEM’in varlığını sürekli reddetmeye uğraşıyor?


JİTEM’de görev yapanlar Silahlı Kuvvetler’in personeliydi. Bunların, Doğu ve Güneydoğu’da yaptıklarının faturası çok ağır olduğu için ordu JİTEM’i reddediyor. Şöyle anlatayım. JİTEM, terörle mücadele edecek diye kuruldu, yaptığı ise tam tersi oldu. Terörün alt yapısını oluşturdu, terörün devam etmesine ve artmasına, insanların dağa çıkmasına neden oldu. Eğer gariban vatandaşı götürüp öldürürseniz ve cesetlerini de köpeğin önüne atarsanız, terörün bitmesini engellersiniz. Terörün devam etmesini sağlarsınız. JİTEM’in yaptığı yanlışların faturasını ödemek gerçekten çok zor!

Ordu, JİTEM’i niye durdurmadı?

JİTEM kontrolden çıkmış bir güçtü. Devletin her türlü gücünü kullanan başına buyruk bir yapıydı. Yasadışı faaliyetlerin içine girmişti. Hakkâri, Yüksekova, Silopi, Bingöl, Van, Elazığ, Mardin, Cizre gibi yerlerde JİTEM timleri vardı. Bu timler Diyarbakır Grup Komutanlığı’nın şemsiyesi altındaydı ve direkt Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlıydı. Kimseye hesap vermiyorlardı. Mesela Diyarbakır’daki time oradaki bölge komutanı da karışamıyordu.

Time bölge komutanı nasıl karışamaz?

Karışamıyordu. Yedinci Kolordu Komutanı’nın JİTEM’e sözü geçmiyordu. JİTEM’ciler kendi başlarına bir sistem kurmuşlardı. Jandarma istihbarat elemanı olarak bizler de korkuyorduk JİTEM’den. Benim hakkımda bile PKK adına faaliyet yürütüyor diyebilirlerdi. Bizim için de çok korkutucuydu JİTEM.

Komutanlar da korkuyor muydu JİTEM yapılanmasından, JİTEM’cilerden?

Sorduğunuz soru az bile. Generaller suikasta kurban gittiler. Ortada öldürülmüş dört general var. Hulusi Sayın var, İsmail Selen var, Eşref Bitlis var, Bahtiyar Aydın var. Bu ölümler, kurum içindeki çarpık yapılanmadan ötürü olduğu için bu suikastların üzeri örtüldü.

Siz JİTEM’de çalıştınız mı?

Hayır çalışmadım. Ben sadece İl Jandarma Komutanlıklarının bünyesindeki istihbarat birimlerinde çalıştım. Benim kadrom araştırma- sorgulamaydı. Ben Jandarma Genel Komutanlığı’ndan emekli oldum ve bu tür yasadışı unsurlarla ve faaliyetlerle hep mücadele ettim. Zaten önemli olan, terörle lekesiz mücadele edebilmektir ve yasadışılığı affetmemektir. Eğer mesai arkadaşınız uyuşturucu işine bulaşmışsa, onu affetmeyeceksiniz. Ben, Yüksekova çetesini de affetmedim ve bu yüzden başıma her türlü şey geldi. Yüksekova çetesinde polisler, askerler, korucular, itirafçılar birlikte uyuşturucu, silah işi yapıyordu. Ben o çeteyi ortaya çıkararak, dokuz faili meçhul cinayeti aydınlattım. Zaten ben istesem de, beni JİTEM’e almazlardı.

Niye almazlardı?

Onlar, fikir yapısı bize uyar mı diye araştırıyorlardı. JİTEM’de ideolojik bir akım vardı. Sadece ülkücü kökene dayanan kişiler istihbarat yapıyordu JİTEM’de. Ben hiçbir partiye üye olmadım hayatımda ve hiçbir ideolojiyi de benimsemedim.

JİTEM neler yaptı?

JİTEM, bölge insanına çok eziyet etti. İnsanların dağa çıkmalarına sebep oldu. Teröre yeni adam kazandırdı. JİTEM’ciler Kürtlere düşmandı. Vatandaşları, Kürt olmaları nedeniyle öldürdüler. Bölgede vatandaşları usulsüz olarak içeri aldılar ve öldürüp yol kenarına attılar. İnsanların paralarına, mallarını, koyunlarına el koydular.

JİTEM, uyuşturucu kaçakçılığıyla da ilgilendi mi?

Bunlar, uyuşturucu ve silah işi yaptılar. Kaçakçılarla birlikte çalıştılar. Mesela birinde uyuşturucu varsa, o uyuşturucuya el koyup, kendileri sattılar. Ayrıca Jandarma İstihbarat olarak bizim soruşturmalarımızı da engellediler. Mesela uyuşturucu kaçakçılığını takip ediyoruz, bu işten nemalanan JİTEM’ciler bizi engelliyorlardı. Silah kaçakçılarının peşine düşüyoruz, bir bakıyoruz ki JİTEM’ciler karşımıza çıkıyor. Kaçakçıları biz takip ediyoruz diye yalan söyleyip bizim takibi durduruyorlardı.

JİTEM’de çalışan itirafçılar yani eski PKK’lılar, daha sonra JİTEM’in birçok cinayetini kamuoyuna açıkladılar. Bu cinayetlerden siz haberdar oldunuz mu?

Haberdar oldum tabii. Ben o bölgede on bir yıl kaldım ve bazı cinayetlerin de bizzat soruşturmasını yaptım. Malatya - Elazığ arasında Kömürhan Köprüsü vardır. 1995’te Silvanlı bir delikanlıyla Fatma isimli bir genç kızın cesedi bulundu orada. Mermiler Makine Kimya çıkışlıydı. İki gencin gözleri askerî nevresimden kesilmiş bezle bağlanmıştı.

Kimdi bu iki genç?

Bu iki genç yeni arkadaş olmuşlar. Oğlan Sivas’ta iki yıllık üniversiteyi yeni bitirmiş ve sağlık memuru olmuştu. Bu pırıl pırıl iki genç parkta gezerlerken, Diyarbakır JİTEM tarafından elde hiçbir bilgi ve dayanak olmadan keyfî olarak içeri alınıp sorgulanmışlardı. Bu iki genç JİTEM’de bazı işkencelere tanık oldukları için de infaz edilmişlerdi. Sonra cesetleri getirilip Kömürhan Koprüsü’nün altına atılmıştı.

Peki, neden bugün Genelkurmay Başkanı, JİTEM cinayetlerinden yargılanan bir albaya hâlâ sahip çıkmaya çalışıyor?

Hiçbir anlam veremiyorum... Bu soruya cevap vermeyeyim ben. Yalnız şu var. Bu cinayetlerin artık faili meçhul tarafı kalmadı. Gerçek şu ki, artık bu cinayetlerin ya ‘failleri belli’ oldu ya da ‘failleri firari’ hale geldi.

JİTEM tarafından işlenen bu cinayetleri, Ankara’daki karargâh biliyor muydu?

Bilmemesi mümkün değil. Çünkü onlara vukuat raporları gider. Yani meydana gelen olayların hepsi tutanakla tesbit edilir ve ilgili birimler kanalıyla İçişleri Bakanlığı’na, Genelkurmay Başkanlığı’na ve Jandarma Genel Komutanlığı’na gider. Mesela biz Silvanlı çocukla Fatma’nın bilgisini Ankara’ya çekmiştik. Jandarma Genel Komutanı’nın bu cinayetten haberi var.

JİTEM’de çalışan subaylar ne oldu daha sonra?

Çoğu emekli oldular. Durumları iyi. Kimi emlakçilik yapıyor. Kiminin yazlıkları var. Biliyor musunuz, bunlar birbirlerini bulurlar.

Nasıl bulurlar?

Bunlar, ekiplerini gene kurmuşlardır. Bunlar birbirlerinden kopmazlar. Yasadışı olaylar onlara zevk veriyor. JİTEM’in PKK’yla mücadele için kurulduğu söylenir ama, hangi PKK’yla mücadele etmişler bunlar? Bunların, PKK’yla mücadele ile alakaları yoktu. Gidip köyden masum insanları alıp götürmek ve öldürmek, sonra cesetlerini derenin dibine atmak PKK’yla mücadele etmek mi? Adamı öldürüyorsun, köpeklerin önüne atıyorsun? Böyle terörle mücadele mi olur?

İnsanları köpeklerin önüne mi attılar?

Bunu JİTEM tetikçisi Kahraman Bilgiç söylüyor. Cesedi yakıp köpeklerin önüne atmışlar. Hem, Doğu ve Güneydoğu’daki vatandaşların hepsinin PKK’yla ne alakası var? JİTEM, kendi yasadışı işlerini PKK’yla mücadele çerçevesine oturtuyordu. Mesela benim ortaya çıkarttığım Yüksekova çetesinde de her türlü yasadışı iş, düzen vardı. Adamın birini arazisinde yakalamışlar ve bin beş yüz dolarını almışlar. Adamcağız, bari namaz kılayım da ondan sonra öldürün beni demiş. Beklememişler bile. Yüksekova çetesi Ergenekon’un bir parçasıdır. Her şey daha o dönemde ortaya çıktı da ne oldu?

Yüksekova çetesi yargılanmadı mı?

Dava zamanaşımına uğradı. Onlar aklandılar. Ben ise Elazığ Sekizinci Kolordu’nun şikâyetiyle neredeyse PKK’lıyım diye tutuklanıyordum. Neredeyse ben faili meçhul olacaktım, infaz edilecektim. O dönemde CHP milletvekili olan Esat Canan Yüksekova çetesini CHP’nin gündemine getirerek benim canımı kurtardı. O sırada CHP Sivas Milletvekili olan Mahmut Işık bana çok yardım etti. CHP bu iki değerli ismi de parti dışında bıraktı. Eğer Yüksekova çetesinin altındaki derin oluşumlar o dönemde ortaya çıkarılıp üzerine gidilseydi...

Sonuç ne olurdu?

Belki bugün örgüte katılım azalırdı. Çünkü terörle mücadele etmek demek, bu olayları aydınlatmaktır. Terörle mücadele, eline silah alıp gidip dağdakini öldürmek değildir. Terörle mücadele vatandaşla barışmaktır. Ama sen terörle mücadele ediyorum diye vatandaşa hakaret ve eziyet ediyorsun. Sonra da ona, “sen benim yanımda değilsin” diyorsun. Ben de olsam yanında olmam. Ben de olsam dağa çıkarım.

Peki, JİTEM insanlardan haraç topladı mı?

Onlar haraç demezler. Onlar, topladıkları paralara ‘tahsilât’ derler. PKK ise buna ‘vergilendirme’ der. Diyelim ki iyi para kazanan bir Kürt işadamısınız. JİTEM geliyor, sizin başınıza çöküyor. “Bize bu kadar vereceksin” diye sizi tehdit ediyor ve ‘tahsilâtı’ yapıyor.

JİTEM’cilerin ordu içindeki konumları neydi? Diğer subaylar onlara nasıl davranıyordu?

Sağduyulu ve askerî okul terbiyesi görmüş insanlar onlara yaklaşmak dahi istemiyorlardı. TSK’da çok değerli insanlar var.

Yeşil yaşıyor mu?

Tabii yaşıyor. Çok zengin olduğunu biliyorum. Geçmişte beraber çalıştığı birkaç emekli JİTEM’ci var. Onlar mecburen Yeşil’i koruyorlar. Yeşil’in ilişkiler ağı çok büyük. Eğer devlet onu korumasaydı Yeşil yakalanırdı. Düşünün, Susurluk kazası olduktan ve Susurluk olayı ortaya çıktıktan sonra, hatta Tarık Ümit öldürüldükten sonra da Yeşil’in hâlâ Ankara’da Cinnah Caddesi’nde bir yazıhanesi vardı. Yeşil söylenildiği gibi öyle ortadan falan kaldırılmadı.

Susurluk çetesinin en büyük cinayetlerinden biri Tarık Ümit cinayetiydi. MİT’in elemanı olan Tarık Ümit’i, MİT’e çalışan Yeşil mi öldürdü?

Evet, Tarık Ümit’i Yeşil öldürdü. Ensesinden tek kurşunla öldürüldü. Zaten Yeşil’in stili buydu. Enseden tek mermiyle işliyor o cinayetlerini. Zaten ölüm nedeni iki mermiyse, kesinlikle fail o değildir. Tarık Ümit cinayeti çok büyük bir olaydır. O cinayet çözüldüğü zaman her şey ortaya çıkar.

Tarık ümit niye öldürüldü?

Tarık Ümit’in üzerindeki mal varlığına, elindeki paraya göz koyuldu. Duyduğum şu ki, öldürülmeden önce mal varlığına Noter’den el koydular. Tarık Ümit’in soruşturma evrakları bana geldi. Soruşturmayı başlatan Ahmet Demirtaş Astsubay güzel bir yere kadar gelmişti ve soruşturma orada kesildi. Sahte evraklarla cinayet örtbas edilmek istendi. Demirtaş, Tarık Ümit’i hangi petrol istasyonundan kim, nasıl kaçırdı ve kime teslim etti biliyor. Tarık Ümit’i Yeşil’in ciple alıp götürdüğünü biliyor. Üstelik... Tarık Ümit’i Yeşil’le birlikte bir kişi daha infaz etti. O ismi vermiyorum.

Niye vermiyorsunuz?

Bilerek vermiyorum. Kendimi güvenceye alıyorum. Çünkü Yeşil gibi o da hâlâ sağ. Tarık Ümit cinayeti çok büyük bir olaydır. Bu olayın arkasında çok büyük bir ağ var. Eğer bu cinayet aydınlanırsa, Adapazarı-Sapanca- Bolu şeytan üçgeninde öldürülenler ortaya çıkacak ve faili meçhuller aydınlanacak. Behçet Cantürk olayı da, Savaş Buldanlar da aydınlanacak. Tarık Ümit cinayeti çözüldüğü zaman sistem çözülecek ve çökecek. Çünkü bu ve buna benzer olaylar, failler zinciri bütünüyle ortaya çıkacak. Bu üçgendeki cinayetler çözüldüğü zaman Ergenekon’daki faili meçhul olaylar da açığa çıkacak.

Peki... General Bahtiyar Aydın’ı kim öldürdü?

İsim vermeyeceğim. Hangi albay Diyarbakır’a suikast silahı olan Biksi ve Kanas’ı götürdüyse, o yaptı bu işi. 4 No’lu DGM’de albayın kendi ifadesinde var bu. O albay yanında Kahraman Bilgiç’le bir tetikçiyi daha götürdü. Bahtiyar Aydın’ı Lice’de bir operasyona çektiler ve onu orada ensesinden bir kurşunla öldürdüler. Bahtiyar Aydın’ı öldüren suikast silahı zaten PKK’da yoktu.

OHAL valisinin bilgisi dâhilinde miydi JİTEM’in yaptıkları?

Onun bilgisi olmadan JİTEM bir şey yapamazdı ki. JİTEM’i il Jandarma Komutanı engelleyemezdi ama OHAL Valisi engelleyebilirdi. Çünkü hepsinin tepesinde OHAL Valisi vardı. Her gün sabah saat on birde OHAL’de toplantı yapılıyordu. Bu toplantıya JİTEM’i temsilen de biri katılıyordu. OHAL Valisi’nin izni olmadan bir şey yapılamazdı.

Bugün bir kesim OHAL’i gene geri getirmek istiyor. OHAL’le aslında nasıl bir düzen isteniyor?

OHAL’i geri getirmek tarihî bir hata olur. OHAL döneminde vatandaş kan ağlıyordu, göçe zorlanıyordu. İnsanlar yanlış uygulamalardan, operasyonlardan ve terörden yılmışlardı. OHAL, yaptığı baskılarla, vatandaşta daha çok devlete karşı nefret duyguları uyandırdı. Akıllı olan bölgeden kaçtı. OHAL döneminde insanlar kirlendi. Çünkü namuslu yaşamak mümkün değildi. İnsanlar çarpık yapının içinde kire bulaştılar. Yaşamak için yanındakileri PKK’lı olmadığı halde PKK’lı diye ihbar ettiler.

Nasıl ihbar ettiler?

O zamanlar, ölen terörist karşılığında ‘kelle vergisi’ diye bir para veriliyordu. Bu yüzden terörist diye öldürülen çobanlar oldu ve karşılığında paralar alındı. OHAL çok sakıncalı bir yapıydı. Bölge halkı bütün bu yaşananları unutmadı. Bakın bölgede tek sorun terör değil. Asıl bölge halkı birbiriyle barışık değil. Bu yüzden ilk iş olarak önce bölge halkını birbiriyle barıştırmak lazım.

Kürtlerle Kürtleri mi barıştırmak lazım?

Evet. Bana neden konuştuğumu, neden bunları anlattığımı sormadınız.

Sorayım öyleyse... Neden anlatıyorsunuz?

Olan, hep bu ülkenin gençlerine oluyor. 1980 öncesinde de gençlerimiz yok oldu gitti. Artık çocuklar, gençler ağlamasın. Bunun için de bu ülkenin çocuklarını, gençlerini sevenler bildiklerini anlatsınlar. Bu rant, bu çatışma bitsin. Yıllar önce ERNK vardı. Şimdi KCK var. Bu siyasi yapıyı yok edemezsiniz. Üstelik şimdiki daha tehlikeli.

Niye daha tehlikeli?

Daha önceki dönemde, PKK’nın, ona sempati duyan bir kadrosu vardı. Şimdi durum değişti. PKK’nın, şehirlerde direkt silahlı eyleme giren dirijen bir kadrosu var. Bu kadro direkt dağa da gider. Bu gelişmenin önünü kesmediğiniz takdirde bizi zor bir süreç bekliyor demektir.

Bu sürecin önü nasıl kesilir sizce?

KCK operasyonu doğru bir operasyon değil. Şehirde bombayı kim atıyorsa, silahı kim kullanıyorsa, git onu bul. Niye belediye başkanları dâhil herkesi toplayıp içeri atıyorsun ki... Böyle adam kazanılmıyor. Ülkesini seven insanlar çıksınlar konuşsunlar.

Neyi konuşsunlar?

Bu savaşta büyük rant var. Savaş deyince akla PKK geliyor. PKK’yla savaştan çok daha büyük bir savaş var. O da bu savaşın gerisinde yatan büyük rantla savaşmak. İşte bu rantla savaşmak çok zor! Bu rantın içinde her türlü cinayet ve kirli iş var. Ergenekon sürecinde bunların bazıları ortaya çıkmaya başladı. Bu rantı paylaşan ve devletin içine iyice yerleşmiş olan bu derin yapılar henüz tasfiye edilmediler. Terörden, uyuşturucudan, her türlü kaçakçılıktan, çatışmanın rantından beslenenler artık tasfiye olsunlar!

neseduzel@gmail.com

 http://www.taraf.com.tr/nese-duzel/makale-huseyin-oguz-oldurup-kelle-vergisi-aldilar.htm
05 Jun 13:53

Forbrydelsen — Tanıtım

by ozgun14

0826760_big

Dizi Künyesi

  • Türü: Dram-Polisiye-Politik
  • Yaratıcısı: Søren Sveistrup
  • Çekim Yeri: KopenhagDanimarka
  • Sezon – Bölüm sayısı: 3 sezon ve 40 bölüm
  • Yayın tarih aralığı: 7 Ocak 2007 – 25 Kasım 2012
  • Bölüm süresi: 58 dakika
  • Yayınlandığı kanal: DR1
  • Türkiye’de yayınlandığı kanal: Dizimax Vice
  • Jenerik müziği: Frans Bak

Forbrydelsen_01_1024

Genel Bilgiler

 

The Killing adlı Amerikan uyarlamasının ardından kendinden söz ettiren Danimarka yapımı Forbrydelsen, oyunculukları, hikayesi, müzikleri ve finaliyle en az uyarlaması kadar dikkat çeken bir yapım. Böyle güzel bir dizinin tanınmasında, kendisi kadar başarılı olan uyarlamasının payı büyük tabii ki.

Bu yapım sayesinde biraz daha uzak olduğumuz Avrupa televizyonlarına da dalmış olduk. Bron/BroenDen Som DraeberBorgen gibi dizileri tanıdık. Bu açıdan da bu dizinin ülkemizde ve birçok ülkede anlamı büyük.

The Killing’in başarılı reklam kampanyalarından sonra birçok insan kendisine aynı soruyu sormuştur: “Bu böyleyse orjinali kim bilir nasıldır?” İşte biraz geç de olsa Forbydelsen‘ı tanımak isteyenler buyursunlar tanıtımına.

5845319-4-forbrydelsen-iii

Toplamda 3 sezon süren ve Kasım 2012′de final yapan Forbrydelsen, genel olarak baktığımızda bir polisiye drama. Ama ultra-teknolojik aletlerle, Einstein detektiflerle her bölüm ayrı vaka çözülen klasik polisiyelerden değil. Bütün bir sezon bir vakaya ayrılıyor. Vaka hem polisler açısından, hem de maktul yakınları açısından derinlemesine inceleniyor. Her yeni bulguya polislerle eş zamanlı erişiyor ve bu yeni bilgilerle davanın nasıl yön değiştirdiğini, onlarla beraber izliyorsunuz. Her detay ince ince sezon boyunca işleniyor ve size de finale doğru bu parçaların birleşmesini tatminle izlemek kalıyor.

İşleniş tarzı itibariyle, başrol hariç genel kadro her sezonda değişiyor. Çünkü her yeni sezon yepyeni bir vaka ile başlıyor. Her bölüm davanın bir gününü anlatıyor. Yani ilk dava 20 bölüm ve 20 gün sürüyor. Tarzı dolayısıyla tanıtım, daha çok 1. sezon üzerinde geçecek.

Nanna_in_the_Woods_1x01Nanna Birk Larsen adlı genç bir kızın kaybolmasıyla başlıyor sezon. Aramalar yapılıyor, tanıklarla konuşuluyor ve günün sonunda genç kızın cesedi gölün dibine gönderilmiş bir arabanın bagajında ortaya çıkıyor.

Bu sırada şehirde belediye başkanı seçim dönemi ve adayların seçim kampanyaları tüm hızıyla devam etmekte. Cesedin bulunduğu arabanın, adaylardan birinin seçim kampanyasında kullanılan araba olduğunun ortaya çıkmasıyla işler karışıyor.

Bir yanda kızlarını çok acı bir şekilde kaybetmiş ve katilin bulunmasını isteyen bir aile, bir yanda bu cinayet dolayısıyla seçim süreci sekteye uğrayan belediye başkan adayı, birçok farklı yönden şüpheli listesine girmeye hak kazanan kişiler ve tüm bunlara bir çözüm bulmaya çalışan cinayet masası ekibimiz: Sarah Lund ve Jan Meyer.

5249942-forbrydelsen-bog-hitter---5

Karakterler

 

l-julie-r-lgaard-79eda15aNanna Birk Larsen

Önünde yaşamak için uzun bir ömür olan, hayalleri olan Nanna, talihsiz bir şekilde hayatını kaybediyor. Dizinin çekiliş nedeni ama kendisini sadece geçmişe dönüşlerde (flashback) görüyoruz; o da 3-4 bölümde. Kendisini uzaktan yakından tanıyan herkesin hayatını bir karmaşaya sürükleyen bu cinayet kim tarafında işlendi? Nanna gerçekten de göründüğü kadar mutlu muydu? Ölüdürülmesi için bir neden var mıydı? Yoksa bir kazanın kurbanı mıydı?

Forbrydelsen The killingSarah Lund

Eşinden boşanmış olan Sarah’ın bir oğlu vardır. Sarah’ın şehirdeki ve görevindeki son günüdür, çünkü sevgilisinin yanına İsveç’e taşınacaktır. Son hazırlıklar tamamlanmaktayken gelen cinayet haberiyle Sarah uzunca bir süre aklını meşgul edecek olan davanın derinliklerine çekilir. İsveç işini erteler, oğluyla geçici süreliğine annesine yerleşir. Elinde bir dava varken, sonuçlandırılması dışında bir şey düşünemeyen Sarah için bu yeni dava, ailevi ilişkilerinde kendisini büyük bir çıkmaza sokacaktır.

Forbrydelsen_04_1024Jan Meyer

Jan, eşi ve üç çocuğu olan, uzun süre bir işte tutunamayan bir polis memurudur. Sarah’ın İsveç’e tayini üzerine yerine atanır, biraz bozulsa da kısa süreliğine Sarah’la ortak çalışmayı kabul eder. Çalışma tarzları pek benzeşmediği için sıklıkla sorun yaşasalar da zamanla birbirlerinin dilinden konuşmayı sökerler.

The_Killing_Cronica_de_un_asesinato_Forbrydelsen_Serie_de_TV-651201492-largeTroels Hartmann, Rie Skovgaard, Morten Weber
  • Lars Mikkelsen tarafından canlandırılan Troels Hartmann (solda)

2 yıl önce eşini kaybetmiş olan Troels politikaya atılır. 12 yıllık belediye başkanlığı tahtını elinde bulunduran Bremer’e rakip olarak adaylığını koyan Troels, kampanya sürecinde büyük başarı elde etmeyi de başarmıştır. Seçimlere 1 aydan daha az kalmışken Nanna’nın cesedinin bulunduğu arabanın kendi seçim kampanyalarında kullandıkları arabalardan birinin olduğunun ortaya çıkması, onun için durumu biraz karıştıracaktır.

  • Marie Askehave tarafından canlandırılan Rie Skovgaard (ortada)

Troels’in fikir danışmanı. Aynı zamanda da sevgilisi. Gözü pek bir kadın olan Rie’nin, seçim sürecinde başarıya ulaşmak için yapamayacağı şey yoktur.

Troels’in başka bir fikir danışmanı ve uzun süreli yakın bir arkadaşı. Eşinin ölüm zamanlarından beri hep yanında olmuştur, dert ortağıdır. Troels ile ilgili herkesten daha çok şey bilmektedir. Seçim sürecinde Troels’in kazanması için elinden geleni yapar.
 

The-Killing-the-Birk-Lars-007Larsen Ailesi

Nanna’nın babası. Bir taşıma şirketinde çalışmakta olan Theis, başta kızına olmak üzere ailesine sürpriz yapmak için yeni bir ev almıştır. Kızının ölüm haberiyle yıkılır.

Pernille, Nanna’nın annesidir. Haberin ardından bir yandan olayın şokunu atlatmaya çalışırken, bir yandan kendisini ve kocasını suçlamaktadır. Kızlarının ölümünde, kendi ilgisizliklerinin payı olduğunu düşünmektedir. Tüm bunların yanında olayın farkında olmayan ve haberlerden uzak tutulması gereken iki oğlu vardır.

Theis’in eski zamanlardan yakın arkadaşı, beraber çalışmaktalar. Yakın bir aile dostu.

Olay sonrası eve çeki düzen vermek ve kardeşine destek olmak için gelen Pernille’in kız kardeşi.

Evin iki küçüğünden biri. Olayı tam anlamıyla kavrayabilecek yaşta değiller. Ancak sürekli gergin olan ev ortamından da etkilenmekteler.

Evin küçüklerinden diğeri.

Birçok farklı ödüle aday gösterilen dizinin adaylıkları ve ödülleri ile ilgili bilgiler için buradan.

 

 

İzleyecek olanlara şimdiden keyifli seyirler diler ve finalinin uyarlama olan The Killing’den farklı olduğunu, yani The Killing’i izlemiş olmanın finalden alacağınız hazzı değiştirmeyeceğini hatırlatırım. Farklı bir karakter üzerinden farklı bir örgüyle sonuçlandırılıyor dizi. Yani ilk başlarda benzerlik had safhada olsa da zamanla yollar ayrılıyor.
Tekrar keyifli seyirler, okuduğunuz için teşekkürler.

The_Killing_Cronica_de_un_asesinato_Forbrydelsen_Serie_de_TV-784779248-large

 

28 May 13:46

Fethullah Gülen'in Mesih İsa Makamı ve Hizmetin Siyasi Kısa Tarihi - Faruk Aslan

by noreply@blogger.com (Basak A.)
Blog sahibinin notu: Bu yazı, orjinalinde "Münafık Bir Üstad Tanımıyorum" başlığı altında yer almıştır fakat Word ile 23 sayfalık yazıda  -bana göre- alt başlıklar şöyledir:
1- Bediüzzaman Said Nursi'nin Adnan Menderes'e Dua Ederken Ellerini Ters Çevirmesi
2- Osmanlıca Bilen Bediüzzaman Said Nursi'nin 35 Yaşında Türkçe'yi Öğrenmesi 
3- Risale-i Nurlar'ın Latin Alfabesi İle Basımı
4-Fethullah Gülen Hocafendi'nin İsa Mesih Makamında Olması
5- Said Nursi'nin Talebelerinin, Fethullah Gülen'in Yanında Yer Alması
6- Fethullah Gülen Hocafendi'nin Yetişmesi
7- Hizmet'in Tarihi
8- Siyaset ve Hizmet
9- Erbakan ve Gülen
10- Hizmet ve 28 Şubat
11-Hizmet ve ANAP
12- Camia ve Ecevit'e minnettarlık. Ve daha yazamadığım nice alt başlık:

Münafık Bir Üstad Tanımıyorum

"Ben sizin tanıdığınız gibi münafık bir üstad tanımıyorum” diye gürledi ve masaya yumruğunu vurdu. Onu kimse bugüne kadar böylesine hiddetli ve heybetli görmemişti. Üstadın yakın talabelerine saygıda asla kusur etmezdi ama bu konu başkaydı. Şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçan Bediüzaman Said Nursi’nin eski Demokrat Parti Lideri ve Başbakan Adnan Menderes’i desteklediğini ve bir nevi politika yaptığını dile getiren abiye sert bir bakış fırlattı. Oysa onu tanıyanlar halim, selim, yumuşak huylu olduğunu bilirdi. Karıncayı dahi incitmezdi. Peki neden bu denli kızmıştı? 1973 yılına kadar Risale-i Nur camiasının içinden kopmayan ve ayrı bir cemaat kurmayan Fethullah Gülen Hocaefendi bir yol ayrımındaydı. Şartlar onu zorluyordu. Üstadın çizgisi değiştirilemezdi.


Üstad asla iki yüzlü davranmamış, takiyye yapmamıştır” diye sözlerini sürdürdü genç hoca.  Henüz 35 yaşındaydı ve üstattan başkasına talabe olmayı zül sayan talabelerine sözünü dinletemeyeceğini biliyordu. Menderes’in devamcısı sayılan AP Lideri Süleyman Demirel’e oy vereceklerini açıkca ifade eden grubun sözcüsü hiç istifini bozmadı. Üstada iftira atarak, “Isparta’nın İslamköy beldesinden çıkacak şahıs Risale-i Nurları tanırsa İslam’a büyük hizmet edeceğini” bildirdi diye savundu. Daha sonra şehir efsanesine dönüşecek bu yılan hikâyesi Nurcuların uzun yıllar Süleyman Demirel’in yönettiği partilere oy vermesine yol açacaktı.  

Gülen, daha ilk günden siyaset yoluyla gitmek isteyen Nur camiası lideriyle arasına mesafe koydu. Bundan sonra gerek Nur camiasından olsun, gerekse başka bir parti liderleri olsun yanına kim gelse aynı tavrı izledi. Çizgisinden asla taviz vermedi Hocaefendi.  İslam’in elmas hakikatlarını siyasetin kömür yalanlarına kesinlikle alet etmeyecekti. Siyasilerle görüşmesi hizmetin önündeki tıkanıklıkları açmak, yerli ve global şeytani planlar uygulayanların oyunlarını bozmak içindi.



Üstad, 1960′da ölmeden on beş gün önce, çok hasta, yaşlı ve 38 kiloya düşmüş bir piri fani iken şöforüne ‘sür Ankara’ya’ dedi. Oysa Isparta’da kaldığı evi polis gözetimindeydi ve izinsiz ayrılmasına müsade etmiyorlardı. Üstad, Mart 1960′da tam üç kez Ankara’ya gitti. Gayesi Başbakan Adnan Menderes’i yaklaşan tehlike, askeri darbe konusunda uyarmaktı. İki kez Ankara’ya girdi, ancak başbakan ile görüştürülmedi. 3. kez geldiğinde ise Ankara girişinde tüm yollar tutulmuş, polis kuvvetlerine kesin emir verilmişti. Atatürk Orman Çiftliği mevkinde arabası durduruldu. Polis amiri geri dönmesini, aksi taktirde ateş açma emri aldığını söyledi. Üstadın cesareti dillere destandır, müthiştir, Allah’tan başka kimseden korkmaz, inandıklarından asla taviz vermezdi. Polis amirine hiç aldırmamış, ‘sür oğlum’ demişti, arabasının ardından şaşkın şaşkın bakan polisler ateş edememişti. Elli metre giden araba hızlı bir fren yaptı ve geri döndü. Üstad Polis amirine hitaben: Evladım, ben şimdi giderim, sen de bir şey yapamazsın ama daha sonra sana zulmederler. Ben buna razı olamam. Geri dönüyorum.

Üstad, o güne kadar Adnan Menderes’e dua ediyordu. Geri dönüşte şöfore baktı, dua ederken ellerini ters çevirdi ve üzülerek ‘böyle oldular’ dedi. Bunun anlamı ‘bittiler’ demekti. Uyarmasına izin vermemişlerdi. Menderes’in etrafına çeviren mabeyinci danışmanlar  başbakanı gerçeklere kör ve sağır ediyor, yaklaşan askeri darbeyi haber vermiyordu. İslam’a büyük zarar verecek bu darbenin mahiyeti üstada manevi alemde bildirilmişti. Üstad, 1950′lerde Menderes’e mektuplar göndermiş, kapatılan camileri açtırdığı, İslam şeari olan ezanı tekrar Arapça okutulmasını sağladığı için teşekkür etmişti. Menderes zamanında üstad ve talabeleri nisbeten rahat etmişti, Nurlar Latin alfabesinde basılmıştı ve 1953 yılında Eskişehir hapishanesinden alınan son beraat kararı ile serbest bırakılmıştı. Hapishane dönemi bitmişti. 23 yılda tamamlanan risalelerin yazılımı 1946′da sona erdiğinde üstad, ‘daha fazla yazılmasına izin verilmedi’ diyordu. Latin alfabesine eserler uzun yıllar basılmamış, elle veya basit teksir makinası ile çoğaltılarak yayılmıştı. Osmanlıca’yı korumak isteyen üstad yeni alfabeye ve uyduruk Türkçe’ye direnmişti. 35 yaşından sonra Türkçe öğrenen üstad çok iyi bildiği Arapça, Farsca ve Kürtçe değilde eserlerini Türkçe yazmada inat etmesinin önemli bir sebebi vardı. İslam sancağı düştüğü yerden Türkiye’den, yine Türklerin ve kahraman Türk ordusunun eliyle doğrultulacaktı. Elli sene sonraki kardeşlerini düşünen üstad aktif sabır gösteriyordu. Ancak Cumhuriyet döneminde iki nesil değişmiş ve yeni nesiller dili ve alfabeyi anlamaz hale gelmişti. Latin alfabesine geçilmesi nasıl olmuştu? Tahiri Mutlu ağabey, köyündeki tüm arsalarını satmış, parasıyla da üstadın haberi olmadan Risaleleri ilk defa Latin alfabesinde bastırmış, mavi (kırmızı değil) kaplattırmış ve Isparta’da üstada sunmuştu. Herkes şaşkındı, üstadın Tahiri Mutlu’ya çok kızmasını bekliyordu. Oysa üstad risaleleri Latin alfabesinde basılmış görünce gözyaşlarını tutamamıştı. Tahiri Mutlu’yu tebrik etmek için onun makamının ne olduğunu meleklerin bile taktir edemediğini, kimsenin de erişemeyeceğin dile getirmişti.

Üstadı hayatında iki saat görmüş, talabesinin talabesinden bile ders almamış olanların kendisini üstadın talabesi olarak çevresine satması en hafif tabirle sahtekarlık ve riyakarlıktır. Üstadın feyzinden, ilminden faydalanan talabe, yüz metre öteden belli olur, zira siyasetle uğraşmaz. Nurlarla taklidi imanları tahkiki imana çevirmeye çalışan bir muhabbet fedaisi olur. Tıpkı üstadın manevi evladı sayılan rahmetli Mustafa Sungur abi gibi son nefesine kadar kardeşlik ve ihlas der durur. Nifak peşinde olmaz, vifak ve ittifak içinde çabalar, siyasete bulaşmaz.

Envar Vakfı’nın kurucularından, üstadın Anadolu’nun pek çok yerinde onu gezici Nur vaizi gibi hizmete gönderdiği Rahmi Erdem beyin hazırladığı ‘Davam’ kitabı, Risaleyi Nur şakirdlerinin 1960′dan sonra  ilk 30 yılda çektiği çileleri pek güzel anlatır. 1991′in Ramazan’ında bir iftarda Rahmi Erdem ile Süleymaniye cami sohbetinde bulunmuştum, benim hikayemi dinledikten sonra seni ‘Nur şakirdi’ olarak kabul ediyorum demişti. Kitabını imzalayan Erdem, ömrümün sonuna kadar dava adamı olmamı salık verdi ve benden söz aldı. Rahmi Erdem’in “Beyaz Gölgeler” adlı eserinde Sungur ağabey Hocaefendi hakkında şöyle diyordu: “Rahmi bey kardeş, bu zaman da hakikat-i Kur’aniye’de saf tutan kardeşlerimizin manevi hüviyetini bendeniz ihatadan acizim. Bilhassa Fethullah Efendi hakk?nda fikir ve kanaatimi rica ettiniz. Daha önce de “o zatlarla arkadaş olmak, kardeş ve beraber olmak hepimiz için birer mazhariyettir. Bir lütf-u ilahidir. Böyle masum ve yıldız misal zatlarla daima iftihar ederiz. Onlar bizim şeref tacımız” demiştim. Fethullah Hocaefendi, deruhte ettiği hizmet-i Kur’aniye ve imaniyesi, bir ve beraberlik içinde bulundukları kardeşleri ve arkadaşlarıyla âlemşümul bir hizmeti kucaklayan, gençliğin ve nesillerin imdadına maarifi ilahi ile koşan âli himmet ve kerimüssıfat bir mübarek zattır. Hz. Üstadımız, Kastamonu Lahikası’nda bir mübarek talebesi için “kalemi gibi kalbi de harikadır.” dediği bu manaya, Hocaefendi ve mübarek kardeşleri de mazhar ve masadak olduğunu gösteriyorlar. Onlar ahirzamanda âlemi ışıklandıracak bu nur-u Kur’an’ın mübarek, halis hameleleri olarak takdir ve tebrike sezadırlar. Hepimiz ve hep beraber bu nur-u Kur’an ağacının etrafında Rahmet-i ilahiye ile bulunmak nimetine mazhar olmuşuz. Malumunuz böyle hayatlarını İslamiyet’e, milletin saadet ve selametine halisane ve fedakarane bir surette adayanlar o hulus ve vüsat içinde çalışanlar; nihayette Hakk’ın keremi ile bir millet olarak ebediyet ve beka bulacaklardır inşallah. Belki onlar bunu da gaye yapmadan yalnız rıza-i ilahinin hudutsuz fezasında yol almak emelindedirler. Bu öyle bir nimet ve lütuftur ki Allah onu dilediğine verir.”

Cemal Uşak beyefendi 1996 Eylül ayında bir trafik kazası geçiren Sungur ağabeyi hastanede ziyaretinde, Sungur ağabeyin: “Şimdilerde Hocaefendi ve hizmetine birçokları müspet bakıyorlar. Keşke 20 sene önce de böyle bakabilselerdi, ne iyi olurdu.” dediğini nakletmişti. Yine Cemal beyin nakline göre; “1972’li yıllarda Hocaefendiye izafeten; “Hocaefendiye Hazret-İsa (AS) diyorlar” diye bazı kimseler serişte ederek Hocaefendiyi suçluyorlar, itham ediyorlar ve camiadan dışlamaya çalışıyorlardı. O yıllarda Sungur ağabey de Mehmed Feyzi ağabeye gidip; “Hocaefendi hakkında bazıları böyle söylüyor. Ne diyorsunuz?”diye soruyor. Mehmed Feyzi ağabey de tebessüm ederek: “Kardeşim olur böyle haller. Bana da söylüyorlar. Etrafımdakiler beni de öyle gördüklerini söylüyorlar. Bunun bir fitne yönü, fesat yönü veya zararlı bir yönü yoktur. Velayet makamlarında tıpkı makam-ı Hızır gibi her bir peygamberin makamı vardır. Makam-ı İsa da vardır. Bir takım zatlar ya İsa meşrep olurlar. Veya makam-ı İsa’ya çıkarlar. O zatları sevenler de, kendi kalp ayinelerinde o zatı ayn-i İsa gibi görür. Bu, o zatın ya makam-ı İsa’da olduğuna delalet eder. Veya o zatın İsa meşrep olduğuna delalet eder.” diyor. Kıymetli yazar Cüneyd Suavi Bey, 2 Kasım 2001 tarihinde Adapazarı’nda görüştüğümüzde Sungur ağabeyin bir mecliste Hocaefendi için: Kardeşim, büyük evliyadır dediğini nakletmişti.

‘Nasılki her peygamber ve Alim Zat Allah’ın bir ismine mazhar ise, aynen onun gibi Fethullah Gülen Hocaefendi de:’ Mesih’in sahip olduğu nefese sahiptir’ Mustafa Sungur Abiye göre
1991′de istanbul’da Çamlıca Kuran Kursu üst katında, 6 Mart 1992′de Bakü’de 1 Nolu Komünist Partişkola’da Gülen’in öğrencilerine Sungur ağabey aynı dersi yaptı ve şunları vurguladı:  Her Alim Allah’ın bazı isimlerinin ve bazı peygamberlerin sahip olduğu özellikleri, mizaclarında tecellileriyle daha fazla nümayiş ettirir. Mesela Üstad Hazretleri, Allah’ın ‘Rahman’, ‘Rahim’, ‘Sabr’ isimleriyle müsemmaydı. Peygamberimizin kopyasıydı. Alimler peygamberimizin varisidir derler ya, tam bir varisti. Hocaefendi ise, peygamberler içinde diriltici ruh üfleyen, dertlere derman olan sıfatlarıyla en fazla Hz. İsa’ya, Mesih’e benziyordu. (Bahse konu ‘Mesih’e benzeme, sıfat itibari ile kast edilmiştir. Dünya’nın dört bir yanında açılan Eğitim Müesseselerinin hızlı inkişaf etmesi, Hz.İsa (AS) mın ölüleri diriltmesi gibi manevi bir Dirilişe vurgu yapılmıştır.)

Üstadın gerçek talabelerinin çoğunluğu ortadan ikiye çatlayan Nur camiasının bu yol ayrımında Gülen Hocaefendi’nin yanında durdu. Mustafa Sungur abi kendi oğlu Muhammed Nur Sungur’u Gülen’e eğitmesi için verdi ve ilk açılan Nur evine kendi elleriyle yerleştirdi. 1974 yılına kadar Nur camiasından ayrılmayı veya farklı bir görüntü vermeyi aklının ucundan bile geçirmeyen Hocaefendi, üstadın talabeleri ile 1966 yılından beri düzenli olarak istişarelere katılıyordu. İzmir’de kalan üstadın en iyi talabelerinden Ahmet Feyzi’nin haftalık dersini hiç ihmal etmezdi. Konyalı öğretmen olan ve üstadın varisim dediği, ancak genç yaşta vefat eden Zübeyir Gündüzalp ve  Aralık 2012’de Hakk’a yürüyen Mustafa Sungur ile çok iyi ilişkileri vardı. 40 yıl uğraşarak yazdığı tevafuklu Kur’an’ı Kerim ile gönüllerde taht kuran Hüsrev Altınbaşak, 1977’de vefat edene kadar Gülen Hoca’nın yanında yerini almıştı. 1931 yılında Said Nursi’nin talabesi olan Hacı Hüsrev, 40 yıl boyunca hep Risale yazmış ve yaymıştı. En önde gelen talabelerden Tahiri Mutlu, üstadın Muhammed Mevlana Bağdadi’den kalan cübbesini ve diğer emanetlerini Hocaefendi’ye rüyasında gördüğü üstadım emri üzerine 1980 öncesi teslim etti.  Yazar Cüney Süavi, Tahiri Mutlu’nun Hocaefendi’yi çok sevdiğini ve vefatına yakın Hizmet Vakfı Mütevelli Heyeti’ne kendi yerine Gülen Hocaefendi’yi seçtirdiğini doğruluyor. Hocaefendi bir sohbetinde Tahiri ağabeyin kendisine verdiği bir hediyeden bahsediyor: “Yazdığı şeylerden Mesnevi-i Nuriye de vardı, bana hatıra vermişti. 80 ihtilalinde birisi benim evimden almış, onları çatıya koymuş, yağmurda çürüdüler, tamir edilir mi diye çok uğraştım, hatıra kendi el yazısı, fakat maalesef.”

Elazizli (Elazığ) Hulusi Yahyagil bey, askerdi ve üstada 1929’dan 1986’da ölene kadar bağlı kalmış en sadık talabesiydi.  Nur’un ilk talabesi olarak üstadın taltif ettiği Hulusi ağabey, Hocaefendi’ye üstadın yayınlanmamış ve vakti gelince yayılması gereken emanet risale ve diğer emanetlerini rüyasında gördüğü üstadın emri üzerine 1980 başlarında yine Hocaefendi’ye getirip teslim etti. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın eski başkanı Cemal Uşşak anlatıyor: Hocaefendinin 1995’te Moral FM ve Nesil matbaalarını ziyaretinde M. Emin Birinci abi şunları söyledi: “Ne kadar biz uyduk o ayrı konu. Zübeyir Ağabey; “Hizmetle alakalı meselelerde Fethullah Hocaefendi kardaşımla istişare edin. Onun fikirleri musibtir.” demişti deyince, Hocaefendi: “Estağfurullah! Zübeyir ağabey iltifat etmiş” dedi.
Hocaefendi Edirne’de vazifeli iken İstanbul’da Zübeyr ağabeyi ziyarete gelirdi. Şöyle anlatıyor: “Zübeyr abi çok ciddiydi, sevgisini dışarıya vurmazdı. Yanına gider gelirdim. Bir iki defa da bana nasihat etmişti. Ben çok müstağniyim, param yok, gider cami penceresinde yatarım. Param varsa, gider otelde yatarım. Sonrası üstü kapalı bana “kardeşim” dedi. “Üstad, Hastalar Risalesinde “gençlik ve sıhhat önemli iki gaflet unsurdur” diyor. Dersane çok önemlidir.” Sonra öğreniyorum ki, Kırkıncı Hocaya da diyor: “Geldiğinde dershanede kalsın.”

Mehmed Kırkıncı Hocaefendi 22. 10. 2003 tarihinde Erzurum’da Kümbet medresesinde bu konuda talabelerine şunları söylüyordu: “Zübeyir abi bana dedi ki “Hocaefendiye söyle, İstanbul’a gelip geçerken bana misafir olsun.” Hocayı o kadar sevmişti ki… Onun da (Hocaefendinin) ağabeylere saygısı öyle ki… Bambaşka bir şey canım.” 

Cemal Uşşak Bey anlatıyor: “Bir gün Bekir ağabeyin Kığılı Pasaj’ındaki yazıhanesindeydik. Arka odada Zübeyir ağabey de, diğer ağabeyler de vardı. Birisi İzmir’den bir haber getirmiş; “Fethullah hoca Kestanepazar’ından ayrıldı” demişti. Zübeyir ağabey bunu duyunca dizleri üzerinde doğruldu ve şöyle dedi: “Fethullah Hocaefendi kardeşim fevkalade isabet etmiştir. İnşallah bundan sonra Nur’un izzetine münasip bir tarzda hizmetine devam edecek.”

Nur’un ilk talabesi Hulusi Yahyagil, Hocaefendi’ye hak ettiği değeri everdi. Üstad’ın talebelerinden Salih Özcan beyin nakline göre Hulusi ağabey merhum Hocaefendi için:”Bu gence dikkat edin, ilerde istikbal vaat ediyor” demişti. Hocaefendi 1983’de Elazığ’da Hulusi Yahyagil ağabeyi ziyaret ettiğinde Hulusi ağabey üstadın iktisat risalesinde bahsettiği kerametli baldan bir kaşık teberrüken hocamıza vermişti. Hocaefendi bunu şöyle anlatıyor: “Albay Hulusi Bey’e uğradım 83’de. Yani üstad vefat ettikten tam 23 sene sonra. Hulusi Abi merhum yine bana bir yemek kaşığı bal verdi, o baldan. Bitmemiş daha
Hocaefendi bir sohbetinde Hulusi ağabeyle alakalı bir hatırasını şöyle anlatıyor: “Hulusi abinin oğlu vefat etmişti. Biz taziye için orda bulunuyorduk. Bize güzel şeyler anlattı. Ve “Bütün menba-ı varidat benim için bir yönüyle o işin prizması olan Hz. Bediüzzaman’dır. Yani Kur’an nur ışıkları içinde akar gelir ona. Ve bizde ondan aldık onu. Sünnet akar gelir biz ondan aldık. Böyle anlattı.”

Üstadın avukatı Bekir Berk, İslam Davasının meşhur Nur talabesiydi. Hastanede vefat ederken yanında sadece Hocaefendi vardı. Merhum Bekir Berk bey ile Hocaefendinin karşılıklı büyük sevgi ve saygıları vardı. Burada buna kısa bir hatıra ile değinelim. Muhammed Nur Sungur beyefendi anlatıyor: 1986’da Fethullah Hoca hacca gelmişti. O zaman evimiz vardı,ticaretle uğraşiyorduk. Hac dönüşü Cidde’de hocayı misafir ettik. Tabii o sırada hergün Bekir Berk ağabey gelip gitti. Aralarında karşılıklı olarak müthiş bir muhabbet ve hürmet vardı. Sohbetleri oluyor, eski hatıralarını yâd ediyorlardı. Bir gün Bekir Ağabey ayrılırken Hocaefendinin onun ardından; “Hey kafesteki koca aslan” dediğini hiç unutamam.

12 Mart 1971 askeri muhtırasında Fethullah Gülen’i hapse atan cunta, onun yanına iki adet azılı Komünist koymuştu. Bekir Berk ve Mustafa Birlikte aynı koğuştalardı. Komünist Bekir ağabeyi hırpalayınca Hocaefendi iri ve heybetli cüssesiyle öne atıldı ve Komünist efendi ranzanın altına saklandı. Tuvalet yasağı vardı, 24 saat içinde sadece bir defa defi hacet yapmaya izin veriyorlardı. Nur davasından tutuklananları Fethullah Gülen aleyhine kışkırtan ve sahte ifadeler hazırlayan cunta ekibi, mahkemede zorla Nur talabelerinin tek suçlu olarak Gülen’i suçlamasını sağlamıştı. Hocaefendi’nin hayatta en fazla yıkıldığı, kırıldığı anlardan biriydi. dava arkadaşları ona ihanet etmiş, satmıştı. Asker korkusu üst seviyedeydi. Bir kişi Gülen’i o mahkemede satmadı, ihanet etmedi: Necdet Başaran. Necdet Hocayı 12 Eylül 1980 askeri darbecilerinden kaçırmak için yıllarca Hollanda’da tutan Gülen, 1999′da ABD’de zoraki sürgüne gittiğinde yanına canyoldaşı, cankuşu olarak Necdet Başaran’ı alacak ve vefasını gösterecekti. 6 ay sonra hapisten çıktığında onu karşılamaya kimse gelmedi. Ne talabeleri ne İzmir esnafı, nede 5 yıl emek verdiği Kestanepazarı Camii mütevellisi. Herkes korkuyordu. İzmir’de tek tek esnafı dolaştı. Çok güvendiği bir esnaftan hiç beklemediği şu sözleri duydu: Hocam bir daha buraya gelmeyin, bizim başımızı derde sokacaksın, çoluk çocuğumuz var, bu iş artık olmaz’ dediğinde başından kaynar sular boşalmıştı. İzmir’de kalacağın evi, yurdu yoktu, çaresiz memleketi Erzurum’a döndü.

Ahmed Feyzi Kul, üstadın talabeleri arasında Hocaefendi’ye en yakın olan ve en çok sevenlerdendi. Merhum Cahid Erdoğan anlatıyor: Rahmetli Ahmet Feyzi Kul abi, pek vaiz beğenmezdi. Kendisine ne Tahir Hoca’yı ne de Yaşar Hoca’yı dinletmem mümkün olmadı. Zaten kendisi de alim bir zattı. Hocaefendi’nin İzmir’e gelişinin tahminen üçüncü haftasıydı. Ben vaaza giderken yolda Ahmet Feyzi abi ile karşılaştım. Nereye gittiğimi sorunca vaaza gittiğimi söyledim. “Beraber gidelim” dedim, kabul etmedi. Israr ettim. Beni çok sevindirdi. Çok fazla ısrar edince teklifimi kabul edip geldi. Vaaz bitti, Cuma namazı kılındı, cemaat boşalmaya başladı. Ben de malzemeleri toparlıyorum. Baktım, Hocaefendi oturuyor, Ahmet Feyzi abi de birkaç saf arkada oturuyor. Hocaefendi yerinden doğrulunca o da ayağa fırladı ve koşup Hocaefendi’yle musafaha ettiler. Aralarında neler konuştular bilmiyorum; fakat bildiğim bir şey varsa Ahmet Feyzi abinin bu vaaza gelişinden gayet memnun olmasıydı. Çünkü biraz sonra yanıma gelip, “Sen haklıymışsın, bu diğerlerine benzemiyor” demişti. Bu cümleyi vaaza gelmeden evvel ben ona söylemiştim ve şimdi o da aynı kanaati benimle paylaşmış oluyordu.

Üstadın talabelerinden Abdülkadir Badıllı, Hocaefendi ile ilgili şunları kayda geçirdi: “Bu makamda hak adına ve bitarafane bir muvazene ile şöyle diyebilirim ki; Fethullah hocanın vasıtasıyla iman ve hidayete ermiş, İslamiyet nuruyla ahlâklarını düzeltmiş binlerle insan vardır. Bunun yanında hocanın şahsî kemalatı, tevazu’u, edep ve ubudiyeti de çok yüksek mertebelerdedir. Bu hakikat muvacehesinde Fethullah Hoca, en az bin Muşlu Molla kadar İslâma hizmet etmiş, eserleri de meydandadır, her ne ise..”

Abdullah Yeğin, Fethullah Gülen Hocaefendi ile eskiden tanışmaktadır, şunları anlatıyor: 

“Üstad’ın talebeleri Hizmet Vakfı’nın mütevelli heyetine aza oldular. Tahiri Ağabey vefatına yakın bir zamanda ‘ben mütevelli heyetini bırakıyorum. Fethullah Hoca var, ben yerime onu tayin edeceğim.’ dedi. Vakfın tüzüğüne göre üç kişi tayin edilir, mütevelli heyeti de onlardan birini seçerdi. Tahiri Ağabey istifa edince Fethullah Hoca seçildi. Eskiden de tanırdım ben Fethullah Hoca’yı. Hatta ziyaretine gittik Edirne’de, İzmir’de… Ben Adana’da iken yanımıza gelmişliği vardı. Epey bir zamandır görüşmedik fakat onun da gayesi İslamiyet’tir, başka bir şey değil.”

Abdullah Yeğin ve Bayram Yüksel gibi üstadın feyzi ve terbiyesini almış diğer iki talabeside Hocaefendi ile yakından tanışmış ve dava samimiyetini görmüştü. Şanlıurfa’da yaşayan Yeğin Hoca bir sohbetinde şunları kaydediyordu: ‘Hocaefendi mektep açmış, dersane açmış, kolej açmış. Orada da mümkün mertebe kendi anlayışları, kabiliyetleri ve güçlerinin yettiği kadar Risale-i Nur’u, birşeyleri öğretmeye çalışıyorlar. Herkesin gayesi neticede imana hizmet olduğu için hepsinin gayesi birdir. Ben hepsi dinsizliğin karşısında bir yumruktur diyorum’. Abdullah abinin bu çıkışı Nur camiasında yurt ve kolej açmaya yönelik inadı kısmen kırmıştı. Zira pek çok Risaleyi Nur grubu Hocaefendiyi çok sert bir dille eleştiriyor, ‘Üstad zamanında yurt, okul mu vardı, bu diyalog çalışmaları da nereden çıktı, Gülen bidat çıkartıyor’ diyorlardı. Açıkcası Gülen’in en yakınındakileri bile ikna etmesi etmesi kolay olmuyordu. 1975′den beri yanında olan Hüsrev abinin talabesi Saadettin Başer’e 2012′de şunu söyleyecekti: On yıl ötesinin planını yapıyor ve ona göre adımımı atıyorum. Gözlerinizin içine bakıyorum evet kabul diyorsunuz ama bir acabayı da seziyorum, görüyorum. Ben bunları gerçekleştirmeye niyet ediyorum. 13 yaşında Erzurum’da annem beni koyunları gütmeye gönderirken dağarcığıma azığın yanında Hayatüssahabe kitabını da koyardı. 9 defa okudum ve ezberledim. Bugünün planlarını 13 yaşında bir çoban iken yaptım. Eğer bana engel olursanız veya ağır aksak davranırsanız 10 yılda yapılabilecekler 50 yılda yapılır ve aradaki 40 yıllık gecikmenin hesabını siz verirsiniz, ben vermem. Çünkü ben yapmak istiyorum.

Hocaefendi’yi 18 yaşında Erzurum’da medrese talabesi iken üstadın talabesi Muzaffer Aslan’ın sohbetine ilk götüren, kendisinden yedi yaş büyük Mehmet Kırkıncı Hocaefendi’dir. Üstad 1957′de Muazaffer Aslan’ı 6 aylığına Erzurum’a hizmete gönderir. Onun sadeliği, mütevaziliği, ilmi ve sahabeye benzer abide duruşu Hocaefendiyi  çok etkiler. Genç Gülen ‘bu devirdede sahabe gibi yaşamak ütopya değilmiş’ diye düşünür. Buradaki sohbetlerin sonunda tren garında Muzaffer Hoca’yı uğurlamaya gelen sadece üç öğrenci vardır: Fethullah Gülen, Mehmet Kırkıncı ve Hüseyin Hatemi. Sohbetlerine katılım on veya onbeş kişiyi geçmemiştir ama dönüşte üstadtan şu müjdeyi alır: Muzaffer’in 6 aylık Erzurum seferinden elde edilen semere 20 yıllık Risaleyi Nur hizmetine bedeldir. Kırkıncı Hoca, Gülen ile ilgili şunları ifade ediyor: Hilkaten dürüst, halim, iffetli bir genç idi. Müşfik ve merhametli idi. Her nutku bir belagat ve fesahat şaheseriydi. Hocaefendi, bizden bin adım ileri attı. Hariçteki hizmetleri ile de milletimizin dışarıdaki itibarını artırdı. Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Size kat’iyyen ve çok emarelerle ve kat’i kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, alem-i İslam’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak, mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini mefahir-i tarihiyesini onun ibraziyle gösterecektir’ sözüne masadak oldu. Yüzlerce ve binlerce gencin fazilet ve irfanına vesile olmuştur. Bu ağır vazife, genç yaşta saçlarının ağarmasına sebep olmuştur.’ 

Kırkıncı Hoca, Hocaefendiye yazdığı bir mektupta “Bu kudsi hizmetinizi değil ki biz, felekler ve feleklerdeki melekler dahi tebrik ediyor.” demişti.  Gönül Damlalar adlı eserinde ise Hocaefendi için; “Letafetli bir lebib ve fesahatli bir edip” tâbirini kullanmaktadır. Hocaefendiye gönderdiği ve 1997 Ramazan bayramında Zaman gazetesinde “Her ehl-i hamiyeti ağlatan zulüm” adıyla yayınlanan bir mektuplarında Kırkıncı Hocaefendi şöyle demektedir; “Sizi iki cihanda bahtiyar etmeye vesile olacak kutsi hizmetinizde Cenab-ı Hakk’ın size yüz binlerce sadık mücahitleri hayrul halef olarak bahşetmesi en büyük tesellimizdir.” Ve şöyle devam ediyordu: “Muhterem efendim, sizin saffet ve masumiyet içerisinde geçirdiğiniz hayatın sayfa ve yaprakları gayet açık ve parlaktır. Katiyyen bu gibi hadiseler mir’at-ı kalbinize toz konduramaz ve hizmetinizi gölgeleyemez. Zira bu gayretinizi bütün Anadolu ve âlem-i İslam, hatta cevv-ü sema ve fezayı âlem alkışlıyor, belki kâinat dahi memnun, mesrur oluyor.” Artı Haber adlı dergide bir soru üzerine Kırkıncı Hoca şöyle diyordu: “Fethullah Hoca çok muhterem bir zattır. On sene benim yanımda kaldı. Devletin yapması gerekenleri yapıyor. Okullar açtı, çocuklar orada Türkçe öğreniyorlar, Müslüman oluyorlar. Onu baş tacı etmek lazım. Zaten ben onun çocukluğunu bilirim, müşfik, devletine bağlı. Hatta milliyetçilik namına benden biraz daha ileriydi.”

Hocaefendiye Nurlardan ilk bahseden Mehmed Kırkıncı hoca olmuştur. Hocaefendi Rotterdam sohbetinde Kırkıncı Hoca’dan şöyle bahsediyordu: “Bana Risale-i Nur’u tanıtan da o oldu. Abimizdi, hamimizdi. Hâlâ da hâlisane hizmet eder -kendisi nasıl düşünürse düşünsün- ama düşüncesi oydu: Ellerini dizlerine vurur; “Hocaefendi akibetimden çok endişe ediyorum” derdi. Kırkıncı Hoca Aksiyon dergisine verdiği röportajda Hocaefendi ile alakalı şunları söylüyordu: “1956′da tanıştık, 1966 yılına kadar beraber iman ve Kur’an’a ait hakikatleri okuduk. Bu süre içinde aramızda tatlı bir uhuvvet ve muhabbet teessüs etmişti. Onunla birlikte geçirdiğimiz zamanları tahattur ettikçe kendimi firdevsi bir saadet içerisinde hissediyorum. Bazen cumaları müftü efendiden izin alarak herhangi bir camide vaaz ederdi Hocaefendi. Sabahtan öğleye kadar risaleden bazı yerleri ezberler, kürsüye çıkar, kekelemeden konuşurdu. Bak ben kekeliyorum ama onda kekeleme yok. İşte onları ezberleye ezberleye kendine bir hal geldi. Öyle bir hafızası var ki, 1966′ya kadar beraber bulunduğumuz her şey hafızasanda. Onun vaaz ve nasihatleri en duygusuz insanı bile heyecana getirip ağlatır. Dünya zevkleri onu hiçbir zaman aldatmadı. İbadetine düşkündü, geceleri teheccüd namazını kılar ve secdeye kapanarak bu millet için dua ederdi. Dalalet ve sefahat girdabına düşen, dini ve milli seciyelerini kaybeden gençlerimiz için ağlar ve necatları için halisane niyaz ederdi. İslamiyet’in neşir ve tebliğini farz telakki eder ve bunu ifaya çalışırdı. Bu çalışmasında da muvaffak oldu. 

Onun en bariz meziyetlerinden birisi de vatan ve milletini çok sevmesi idi. Kendisi için değil milleti için yaşar ve düşünürdü. O nedenle, onun hizmetlerini çekemeyenler, ona karşı olanlar memleketin, milletin dostu değil. Kendisine yapılan saldırılara rağmen azim ve sebatla, sabır ve tahammülle taviz vermeden davasını takip etti. Bir gün adaletin zulme, hakkın batıla galebe edeceğine inanıyordu. Fikir ve irfanla ve neşriyatla insaniyete hizmet etmeyi gaye edinmişti. Hoşgörü sahibi idi. Muhaliflerine bile kat’iyyen düşman nazarı ile bakmazdı. Hakikate muhalif hiçbir menfi harekette bulunmamıştır.

Kırkıncı Hoca, “Hayatım- Hatıralarım” adlı anı eserinde risalelerin Hocaefendi üzerindeki etkisine şöyle değiniyor; “Feyz kaynağı olan Risale-i Nurları tahkik ve tetkik ettikten sonra Hocaefendi yepyeni bir hususiyet kazanmış oldu. Risale-i Nur’daki cevherler onun ruhunu alevlendiren bir mürşid-i azam oldu. Risale-i Nur’un rahle-i tedrisinde istidatlarını yoğurdu. Onun düsturlarını kendisine meslek ittihaz etti. Hocaefendi o cevherleri aşk mayası ile yoğurarak gençlerimize verme bahtiyarlığına erişti. Şimdi ise hizmeti bütün dünyanın gözlerini kamaştıracak bir hal aldı. Çağımızda iman ve İslam aksiyonunun müstesna temsilcilerinden biri oldu.”

Hocaefendi’yi hayatta en fazla üzen hadise Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın suikastla zehirlenerek 17 Nisan 1993′de öldürülmesiydi. Gece ve gündüz bir hafta hiç durmadan ardından ağladı. ‘O bulunduğu yerde tek adamdı, yeri doldurulamaz’ diyordu. İlginçtir, Haziran 1993′de çok sevdiği annesi Refia hanım vefat ettiğinde Hocaefendi hiç ağlamadı. Bu benim şahsi meselem, arkadaşlarımı buna karıştırmam düşüncesindeydi. Talabeleri bir gün eline kendi yazdığı anne şiirini vererek okumasını istediler, daha ilk cümlede gözlerinden yaşlar boşandı ve şunu itiraf etti: Evet, odamda annemin ayaklarım üşümesin diye benim için ördüğü  patikler çekmecemde duruyor. Her gün açıp bakıyorum ve odamda iki saat sessizce ağlıyorum.  Kırkıncı Hocaefendi şunları da ifade ediyordu: Yıllar sonra annesinin vefatı üzerine Osman Hoca ve Ahmet Şahin’le birlikte taziye için gittik. Dört saat yanında kaldık. Çok güzel sohbetler oldu. Birkaç gün önce bir rüya görmüştüm. Rüyada geniş bir bina, ucu bucağı görünmüyor, zemini de halı gibi döşenmiş. Hoca efendi birden yanımda durdu ve binayı bana anlatmaya başladı.

Dedim: “Buraya gelmeden önce böyle bir rüya gördüm. Tabiri nedir?”
Dedi: “Estağfurullah, siz daha iyi bilirsiniz.”
Ben de “Sizin hizmetinizden çok gelişeceğine işarettir” dedim.
Hocaefendi: “Bu sizin hizmetiniz , sizin , sizin…”diye ağlamaya başladı.

İzmir’de hapisteyken Nazım Gökçek, Necmettin Bey ziyaretine gideceğiz. Gitmeden öncede bir rüya gördüm. Rüyada Cebrail, elinde bir masa saati. Bana “Al bunu Fethullah Hocaya ver.” Ziyaretine gittiğimizde bu rüyayı anlattım. “Hocam, bunu işittikten sonra 10 sene hapiste kalsam hiç aldırmam” dedi. Yüz yetmiş ülkede okul yapmak ne demek? Cebrail’in rüyadaki saati bu işte…
Ben, “Cenabı-ı Hak, Bediüzzaman’ı kendisini anlatmak için yaratmış, Fethullah Hocayı da hizmet için yaratmış.” diyorum. Benim inancm bu

Kırkıncı Hocanın hizmetlere dair gördüğü iki rüyasını Hocaefendi bir sohbetinde şöyle anlatıyor: “Benim öteden beri hep kendisine saygı duyduğum bir zat. 5–10 yaş benden ilerde olmasının yanı başında aynı zamanda 5–10 sene evvel de Hazret-i Bediüzzaman’ın dünyasına erken uyanmış olması itibarıyla benim saygı hisleri, saygı duygularıma bir o kadar daha saygı ilave ettiren bir insandır. İki sene evveldi, bu müesseselere gelmişti. Bana iki enfes şey anlattı. Bunlardan bir tanesi şuydu: Gözyaşlarıyla, 60 yaşındaki insan hıçkıra hıçkıra anlattı. Az belki ayrı gibi görülebilirdi. Ben görmem de, o da görmez, başkaları görebilirdi. Şafii-Hanefi ayrılığı, Şafii-Maliki ayrılığı içinde biraz da metotta, usulde değişik yollarla aynı hedefe varma ayrılığı gibi bir şey. “Etturuku ilallah bi adedi enfasi halaik” Allah’a giden yollar mahlukatın solukları sayısınca. İşte bundan nasiplilik içinde mini bir farklılık, bir ayrılık. Tabii bunu neye söylüyorsun. Çünkü “Sizin hizmetiniz” deyip de, başarıları ifade ederken böyle bir insanın o başarıları gözyaşlarıyla ifade etmesi çok manidardır. Dedi ki; “Bu müesseseleri gördüm. Her birisi dünyayı idare edecek büyük saraylar gibi geldi. O saraylarda beni gezdirdiler. Bir yere gelince o saraylarla alakalı insanları, görünce, anladım ki meğer dünyayı idare eden o saraylar bu hizmet ve bu hizmetin arkasındaki insanlarmış” dedi. Ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Ve sonra arkasından ayrıbir şey anlattı: “Gördüm ki yine” dedi. “Anadolu seller içinde, seylâplar içinde. O seller binalar? önüne katıp bir kütük gibi sürükleyip götürüyor. Ve herkes endişe telaş içinde. O esnada ümitlerin ayakta kalması düşünülemez. Herkes sarsık, belki her vicdanda yeis yaşanıyor. Fakat o esnada nereden çıktığı belli olmadan birden Bediüzzaman belirdi. O selin içinde, sizin yurtlarınızı, pansiyonlarınızı, evlerinizi, kaya gibi kucaklıyor, selin önüne koyuyor ve bir baraj yapıyor. GAP barajı gibi bir baraj yapıyor. Derken sular çekildi. Zararlı olma durumu inkitaa uğradı. Ve faydalı bir baraj haline geldi. Anadolu da seylâpların erozyonundan kurtuldu.” Bunlar iki sene evvel derin duygularla, coşkun heyecanlarla anlatıldı.”

Hizmet’in İzmir’de başlamasının da bir hikmeti vardır. Levanten, Rum ve Ermeni nüfusu nedeniyle Osmanlı döneminden beri ‘Gavur İzmir’ denilen bu şehir Eylül 1922′ün ilk haftası kaçan Rumlar tarafından yakılmıştı, yıkılmıştı. Cumhuryet’in ilk 50 senesinde de İzmir, dinin merkezi değildi. 1966′da Hocaefendi, Edirne’den Kestane Pazarı camisine imam ve vaiz olarak atandığında tarihin akışı değişti. Kur’an Kursu’nda beş yıl boyunca müdürlükte yapan Hocaefendi, Kestane Pazarı Cami vakfı kurucu ve yetkililerini zor durumda bırakmamak için öğrenci kamplarını hep kendi bulduğu bütçelerle dışarıda yapmıştı. 1968′de Buca’da ilk kampa gittiklerinde 75 öğrenci vardı ama bunların erzak ve iaşesini nasıl karşılayacağını bilmiyordu. 30 yaşındaydı, o yıl ilk defa hacca da Diyanet görevlisi olarak gidecekti. İkinci sene 1969′da Manisa kampında öğrenci sayısı 250′ye çıkmıştı. Tüm bunların masrafını karşılayan fakir İzmir esnafıydı. Hocaefendi, 1969’da İzmir’de Tepecik mahallesinde ilk Işık Evi sayılan dersaneyi açtığında üniversite ve lise öğrencisi talebelerini burada eğitmeye başlamıştı. Bu evde kalanların hepsi daha sonra Gülen’in kuracağı sosyal hareketin önde giden atlıları ve üst düzey yöneticileri olacaktı. İçlerinde kimler yoktu ki… Abdullah Aymaz, Mehmet Atalay, Ali Candan, Hüseyin Rencber, Halil İbrahim Uçar, Mehmet Kadan ve İlhan İşbilen. Fehmi Koru ile Abdullah Aymaz aynı lisede okuyordu ve Koru Gülen’in tedrisinden geçen ilk talabelerdendi. Nur talabelerinin öğrenci dersanesi nasıl çalıştırılır hiç biri bilmiyordu. Bu nedenle staja ihtiyaçları vardı.

Gülen, kırk kişilik bir topluluk oluşturarak Ankara’da Dışkapı semtinde Nur apartmanında oturan Bayram Yüksel’in dersanesine bir gezi düzenledi. Aynı gün başka bir yerden gelen 40 kişilik başka bir grupla evde 80 kişi olmuşlardı. Evde olanlara şahit olan, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi Bekir Aksoy, Fethullah Hocaefendi’yi ilk defa orada gördü. 31 yaşındaki bu genç bu dünyadan değildi. Hal ve haraketleri, edebi, saygısı, oturuşu bir başkaydı. Dizleri üstünde genç bir medrese talabesi gibi tir tir titriyor, buram buram terliyordu. Bayram Yüksel, ders yapması için Risaleyi Nur’u genç Fethullah’a uzattı.  Uzun boylu, yakışıklı, yüzünden nur damlayan Gülen Hocaefendi’nin dilinden tek bir kelime döküldü: Estağfirullah…

Bayram Yüksel, ısrarla Gülen’in dersi okumasını talep ettikce hep estağfirullah kelimesini işitti. Bardaktan boşanan yağmur altında kalmış gibi sırılsıklam ter olan Hocaefendi, edep ve terbiyesinden kıpkırmızı olmuştu. Bir büyüğün karşısında nasıl oturulur, nasıl konuşulur hal lisanıyla gösteriyordu. Bekir Aksoy, çok etkilenmişti. Eski evliya menkibe ve siyer kitaplarında gördüğü bir tabloydu bu. Kitaplarda kaldı, bir daha yaşanmaz sanıyordu. Tam 40 defa Gülen Estagfirullah dedi ve Bayram Yüksel’in olduğu ortamda Risaleyi Nur’u okumaktan hayâ etti, saygıda kusur etmedi. Gülen’in karakter ve ahlak yapısına aşık olan Bekir Aksoy, herkes gittikten sonra Bayram Yüksel’e şunu söyledi. Bu şahıs, Fethullah Gülen çok büyük bir şahıs olacak, ömrümün sonuna kadar ona hizmetçi olmak isterim.  1979’da ABD’ye imam olarak gönderilen ve orada kalan Aksoy’un bu duasını Cenabı Allah kabul edecekti. 1992 yılında Fethullah Gülen ilk defa ABD’ye geldiğinde yanından yer almayan Aksoy, 1997’de ikinci gelişinde yine tercümanlık ve rehberlik yaptı. 21 Mart 1999’da Gülen’in zoraki sürgünle daimi olarak ABD’de Pensilvenya’da kamp yerine yerleşmesinden sonra yanından hiç ayrılmadı, özel kalemi oldu. Ankara’da ilk talebe hizmetlerini başlatan Bayram Yüksel ağabeydi ve Bekir Aksoy’da en samimi ilahiyatta okuyan öğrencilerdendi. Hacı Bayram’daki meşhur 27 numaralı ev çok hizmet etti. Bayram ağabey, iki dakika boş zamanı olsa hemen boynunda asılı duran torbadan Risale-i Nur çıkarır, okurdu. Onun, Risale-i Nurlara böylesine bağlı olmasına her Nur şakirdi hayran olurdu. Cenaze namazının bizzat Hocaefendi tarafından kıldırılmasını vasiyet etmiştir. Hatta Bayram Yüksel, 1997’de dar-ı bekaya irtihal etmeden önce teveccühü en uç noktaya taşıdı. Hocaefendi, Bayram abinin teveccühünü şöyle anlatıyordu: “Bayram abi enfes şeyler anlattı bana. “Tamamen bu neşri size devredelim” dedi. Bunlar hep Allah’ın lütfu…”

Üstadı 1956’da tanıyan ve ABD’ye ilk Risaleleri götürme ve ABD Kongre müzesine hediye etme emrini bizzat üstattan alan Hekimoğlu İsmail, bugüne kadar 55 yazdı, hepsini okudum. Mütevazi bir Nur şakirdiydi. Bayram abiyi ve Gülen’i Hekimoğlu şöyle anlatıyor: Hacı Bayram Camii civarında çok sade bir evde otururdu. Bir gün dedi ki, “Ben evde bir saat oturdumsa, bin kere tövbe etmem lazım. Bu kadar çok talebe, bu kadar çok yapılması gereken iş varken…”

Yine bir gün Hacı Bayram 27 numaralı evde ders yapıldı. Bayram ağabey, dersten sonra ocağı yaktı, kaynayan suya erişte attı, biraz da salçayla karıştırıp ikram etti. Dersten sonraki ikramlar için saatlerce mutfakta uğraşmak diye bir şey yoktu. Başka bir gün yine bizi yemeğe davet etti. Gittik. Çorba yapmış. On kaşıkta bir şehriye tanesi geliyor kaşığa… Amma o çorbanın tadını unutamam… Fethullah Gülen Hocam’ın buyurduğu gibi, “Ben Hazreti Üstad’ın etrafında bir kısım itibarıyla hakikaten ümmi, fakat hizmet felsefesine vâkıf öyle dâhilere şahit oldum ki, isim de tahsis edebilirim… Bayram ağabey, mektep okumamış bir köylü çocuğu idi. Fakat vallahi-billahi-tallahi bir devletin başına koyun, o nurları çok hazmetmiş olması itibarıyla, idare ederdi.”

Bediüzzaman’ın, “Japonya’ya Bayram’ı göndereceğim.” demesi üzerine bir kardeşimiz, “Üstad’ım, oralara tahsilli ağabeyleri gönderseniz daha iyi olmaz mı?” diye sorar. Üstad der ki, “Tahsil değil, ihlas hizmet eder…”
Birkaç ay önce Gülen’in Pensilvanya’daki kaldığı çiftlik evine gelen Teksaslı Amerikan gazeteciye duvarda yazılı olan levhada ki ‘Burada ya ahireti konuş veya sus’ yazısını tercüme etti Bekir Aksoy. Sonra da şaşkın şaşkın bakan muhatabının kafasındakileri okumuş gibi şunları söyledi: Siz dünya çapında 150 ülkede faaliyet gösteren, okulları ve üniversiteleri olan bir sosyal hareketin liderinin kaldığı mekanda herhalde dev bilgisayarlar, Uganda masası gibi ülke birimleri bulmayı bekliyordunuz. Milyar dolarlarla oynandığına göre muhasebeciler ordusu çalıştırılıyor olmalıydı. Böyle hummalı bir çalışma göremeyince şaşırdınız değil mi? Gülen sadece ahiret ile meşguldür, dünya kelamı etmez ve ettirmez. Zaten kendini dinleyenlerden dünya makam ve zenginliklerine talip olmamalarını sadece Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu kazanmalarını istiyor. Siyasetten uzak duruyor.

İzmir’de Bornova’da Hisar camisinde Hocaefendi ilk vaaza başladığında Yaşar Tunagör Hocaefendi’nin sohbetlerini kasede kaydeden Cahit Erdoğan da camidedir. Ancak kayıt aletini getirmemiş, bu genç hoca yaşar hocadan daha iyi  değilki kaydı hak etsin diye düşünmüştü. Vaaz boyu kıvranmış durmuş, terlemiş, bin pişman olmuştu. O gün kendisine söz verdi, Hocaefendi’nin hiç bir vaaz ve sohbetini kaçırmayacak ve kaydedecekti. İlk kayıtları gizli yapmıştı, zira çok mütevazi olan Hocafendi ‘ben buna layık değilim’ diye izin vermiyordu. Onu ikna etmesi kolay olmamıştı. Tuzcu Cahit Hacı Kemal Erimez’den yardım istedi. Hacı Ata’nın net tavrı olmasa belkide Hocaefendi vaazlarının Cahit Erdoğan tarafından kayda alınmasına izin vermeyecekti. Rahmetli Cahid Erdoğan bey Bediüzzaman’ın sağlığında sesini kaydetmek için teybini de ziyarette yanında götürmüş, fakat Üstad izin vermemiş ve Cahid ağabeye: “Bu teyb ilerde büyük hizmet edecek” buyurmuştu. Daha sonraları bu teyb Fethullah Gülen hocaefendinin vaaz ve sohbetlerini ilk kaydeden ve bizlere intikalini sağlayan Cahid Ağabeyin vesilesi ile aynı teyp olmuş, Üstadın ihbarını da tasdik etmişti.’ Tuzcu Cahit abi ahir ömründe İstanbul Çamlıca’da yaşadı. Çamlıca Kuran kursu’nun revirine bakan sağlık memuru olarak hergün iğnelerini vurmak için evine gidiyordum. Allah rahmet eylesin, Cahit abinin kaydettiği kasetler bir neslin kurtarılmasında önemli rol oynadı.  

‘Evet’, dedi Amerikan gazeteci, burada kalan şahsiyet sanırım  ruhani biri. Çok sade, mütevazi, ruhaniyet ağırlıklı bir mekan. Bildiğim her şey yanlış olmalı. Buraya doğruları yazmaya geldim, psikolojik savaş ürünü çakma haber peşinde değilim.

Elin Amerikalısı Gülen’i ve örnekleri kendinden olan 21. yüzyıla şekil veren veya verecek olan Gülen Hareket’inin Türk İslam medeniyetinin ana kaynaklarını tanımaya, hiç olmazsa samimi gayret ediyor. Ancak ülkemizin aydını halen suskun, medyası onca yediği yalanlama tokadına rağmen halen açık arıyor…
28 Şubat 1997 sürecinde Gülen Hocaefendi’yi siyasete bulaştırmak isteyen derin devlet güçleri, fesad komitesi medya ile el ele vermiş imaj bozma operasyonu sergiliyordu. 1998 Şubat ayında “İşte MİT raporu” diye bir belge gazetelere düştü. Susurluk olayı patlak verince, MİT Başbakan Erbakan’a 17 Aralık 1996′da bir bilgi notu ulaştırmıştı. Bu notta 58 isim yer alıyordu. O rapor, MİT Müsteşarı Sönmez Köksal tarafından Erbakan’a sunulmuştu. 58 isim arasında Tansu ve Özer Çiller’in, Mehmet Ağar’ın, Mehmet Eymür’ün, çok sayıda mafya mensubunun, hatta Fethullah Gülen’in bile adı vardı. 1998′de gazetelerde yayınlanan MİT’e ait bilgi notunun bir bölümü kamuoyundan özenle gizlenmişti. Bugün de gizleniyor. Çünkü o raporun her sayfasının altında bütün bilgilerin basından, özellikle Doğu Perinçek’in Aydınlık adlı dergisinin 22 Eylül 1996, 17 ve 24 Kasım 1996 tarihli nüshalarından alındığıbelirtiliyordu. Azerbaycan darbesi iddiaları, Çiller Özel Örgütü’ne ilişkin haberler hep basın kaynaklarından derlenmişti.
Dediğim gibi her sayfanın altına “İddialar basından alındığı biçimde aktarılmıştır” diye ibare düşülmüştü. Zaten, bu bilgileri Erbakan da o tarihte kamuoyuyla paylaşmıştı. Demek Milliyet’teki haberin yeni bir tarafı da yok.

O raporda, meselâ Fethullah Gülen’in CIA bağlantısı şu şekilde anlatılıyordu: “Gülen, eski CHP milletvekili Kasım Gülek ile yakındır. Gülek, Moon Tarikatı üyesidir. CIA bu tarikatla işbirliği halindedir. Dolayısıyla Fethullah Gülen de CIA ile ilişkilidir.

Aynı rapor, Gülen ile mafya arasındaki münasebeti de şöyle bir mantığa dayandırıyordu: “Haluk Kırcı, Türkmenistan’da bulunduğu sırada ‘Hoca efendinin görüşlerine inanıyorum’ demiştir. Çatlı’yı İsviçre’deki cezaevinden CIA kaçırmıştır; daha sonra Haluk Kırcı ölen Çatlı’nın yerine geçmiştir.” Haluk Kırcı, Fethullah Gülen’e sempati duyduğuna göre, bir ucu CIA ve Mossad’a, diğer ucu Susurluk’a dayanan karışık bir yumak işte bu şekilde ortaya çıkmıştır.

Beni hayrete düşüren, medyanın, yeni bir şeymiş gibi, Şubat 1998′de, kamuoyunu yönlendirmek amacıyla paylaşılan bilgileri, ısıtıp yeniden gündeme getirmesidir. Bu raporun arkasında tekrar hatırlatalım: Doğu Perinçek’in Aydınlık gazetesi var. Doğu Perinçek Ergenekon sanığı. Zaten MİT’in yazdığı o bilgi notu da, kaynak olarak Aydınlık dergisini gösteriyor. Özellikle gazeteciler hafıza zaafına uğrayınca, fark etmeden tehlikeli misyonları üstlenmiş oluyorlar.

Hocaefendi siyasilerle görüşmesinin nedeni şöyle izah ediyor: Siyasilerin bizimle görüşme talepleri, elbette sadece benim şahsımdan kaynaklanmıyordu. Onlar, bizim arkadaşlarımızda gördükleri veya zannettikleri potansiyel gücü, ‘rey’e çevirebilmek cehdi ve gayreti içindeydiler. Aslında bir siyasi lider için böyle bir davranış gayet normal ve tabiidir, ancak, eskiden beri ruhuma hakim olan bir düşünce vardır. Bu adamlar politikacıdır; görüşmeleri, konuşmaları hep birer siyasî yatırım olabilir. Bugün burada bizimle oturur bir şeyler konuşurlar. Yarın gider bunu bir yerde kendilerine malzeme yapabilirler. Bu iş basına akseder ve bunun tekzibi de mümkün olmaz, ancak, tavrımızın siyaset üstü olduğunda şüphe edilmemelidir.

Fethullah Gülen Hocaefendi, mürşidi Said Nursi gibi, ‘siyasetden şeytandan kaçar gibi kaçan’ ve takipçilerini kesinlikle siyasete sokmayan tek sivil ve dini toplum örgütü lideri Türkiye’de. Her seçim döneminde bazı isimler gündeme yalan yanlış getirilir. Gülen, hiç bir zaman ‘şuna oy verin’ diye yönlendirme yapmayacak kadar demokratik, nezaket sahibi biri. Tüm siyasi parti liderleri kendisiyle bu beklenti ile görüştü, iskeleye yanaştı; ama sonuç alamadı. AK Lideri ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan buna dahil. 12 haziran 2011 genel seçimi öncesi ısrarla the cemaatden 50 milletvekili isteyen ve ısrarla göndermeyen Gülen değil mi? Erdoğan’ın aşırı talebinden sonra bugün AK Parti saflarında milletvekili olan İlhan İşbilen ve Muhammed Çetin’den başkasına kefil olmayan ve ‘yapmasalar daha iyi olur’ diyen Gülen’i ve the cemaat’ı politika yapmakla suçlayanlar insafsız, vicdansız, karaktersiz değil mi? Gülen siyasete girdiği, gücü, parayı, makamı ve iktidarı elde ettiği halde imanen, kalben sağlam kalabilmiş tek bir insan tanıdığını söylüyor. Merhum şehidimiz Turgut Özal. Gülen, birde merhum diğer şehidimiz Muhsin Yazıcıoğlu’nun bir siyaset adamı değil bir alperen olarak orada bulunduğunu dile getirerek yiğide hakkını veriyor. Gülen’in kısacası siyasette harcayacak talabesi de yok, boşa harcayacak zamanı da.

O, tüm halkımızı kucaklamak, siyasi tefrika yoluyla bölmek istemiyordu. Elbette sorumlu bir vatandaş olarak görüşlerini söyleyecek ve elinden geldiği kadar kendini sevenleri yönlendirecektir. Bunun adına siyaset yapmadan siyaset yapmak denir. Siyasilerle irtibatını sağlayan, yıllarca yanında bulunmuş yetkin bir iş adamı, Aralık 1995 seçiminde Gülen’in haberi olmadan DYP Lideri Tansu Çiller’e gidip ‘beni İstanbul’dan birinci sıradan birinci aday yapacaksınız’ diye girişimde bulunduğunda Çiller bile buna inanmamıştı. Çiller’in sordurmasıyla bunu öğrenen Gülen’in sinirlenerek bayıldığını ve ‘bu zatla ilgimiz yoktur’ diye Zaman gazetesine ilan verdiğini hatırlıyorum. Bu zat hatasını anlamış, iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Bu zatı muhteremi Çiller’in 1995′de Bakü’ye yaptığı gezide yakından tanımıştım. Gezi programına Bakü Türk Koleji ve Kafkas Üniversitesi alınmayınca köpürmüş ve büyükelçinin canına okumuştu. Çok samimiydi. Çiller onu kıramadı ve büyükelçiye rağmen ayak üstüde olsa Azeri lider Haydar Aliyev ile Kafkas üniversitesini ziyaret etti. Ancak Bakü Büyükelçisi Ömür Orhun, Bakü Türk kolejine adım atmamakta yeminliydi. Aralarında çıkan laf dalaşı, muhteremin büyükelçi Orhun’un gözünün üstüne bir yumruk atmasıyla kavgaya dönüştü. Korumalardan önce ben araya girdim ve ayırsamda ikinci yumruğuda yedi büyükelçi. Gözleri mosmor olunca kara gözlük kullanmak zorunda kaldı. Bu kadar samimi olan birinin ihanet edeceğini hiç sanmıyordum. Daha sonra ortaya atılan, ‘evvelden sokulmuş uyuyan bir ajan’ olduğu yalanlarına hiç inanmadım, inanmayacağım.

Ancak şu gerçeğide gözardı edemem. Muhteremin bol para harcama ve lüks yaşama zafiyeti vardı. Bu nedenle bir yandanda Turgay Ciner’in adına açtığı hesaba yatırılan 60 bin doları afiyetle yedi ve İstanbul’da Beykoz’da tahsis edilen evde kalıyordu. Park Holding’in 10 yıllık dönem bilançolarına maliyeciler bakarsa bunu görecekler, benim nasıl bildiğimi ise sormayın, gazeteci kaynaklarını açıklamaz. Gülen, bir ay huzuruna onu kabul etmedi. Bir hafta geldi, onun dergahında ağladı. Yüzüne dahi bakmadı. Affetme ufku geniş Gülen, nihayet onu bir daha Türkiye’ye dönmemek ve tüm zamanını bu hizmetlerde sarfetmek kaydıyla, Afrika’da hizmete gönderme şartıyla affetti. Ama dinlemedi. Tersini yaptı, bir defa şeytanların kucağına düşmüştü. İmtihanı kaybetmişti, nefsine yenilmişti. Bir gün geri döneceğine, hatasını anlayacağına inanıyorum. Bu hizmetin çayını çorbasını içen unutamaz. İşte Gülen budur. Teklif var, ısrar yoktur ama kendini bırakanı kendi adına affetsede, the cemaat’a zarar verdiği, Hakkın hukukuna tecavüz ettiği için hesabını Allah’a verecektir, ahirette mutlaka ince hesap görülecektir. Doğan içinde, generaller içinde aynı durum söz konusu. 28 Şubat davası bu dünyada belki bir sorunu çözer ama büyük mahkemedeki hesaplaşmada kıl kırk yarılacak ve hesap çetin geçecektir. Gönül isterki hesap o tarafa kalmadan bu dünyada eşeklik edenler çıksın özür dilesin, neyse cezası çeksin, toplumda barış ve huzur olsun. Böylelikle bir daha aynı palavralar atılmaz. Adalet yırtılmaz.

Peki kim olabilir bu Gülen’i tehdit eden şantajcılar? Gülen, ‘bu sırlar benle mezara gidecek’ diyor ama biz tek tek inceleyelim. Merhum Necmeddin Erbakan’la ilk yüzyüze buluşmam 1989 belediye başkanlığı seçimleri öncesine rastlar. 20 yaşında Alanya’da genç bir esnaftım; gazeteci değildim. 30 yıldır Erbakan’den medet uman, emekli asker olan babamı Erbakan Alanya belediye başkanlığı adaylığı için düşünüyordu. Dar daireli bir ev toplantısında Erbakan, ‘Özal ve Fethullah Gülen, CIA’nın ajanlarıdır. Bir numaralı düşmanımız Zaman gazetesi ve Gülen Grubudur’ dediğini bu kulaklarımla duymasam inanmazdım. Erbakan’a göre kendi partisine oy verenler müslümandı; vermeyenler’ patates din’indendi. Kıpkırmızı olmuştum, babamı adaylıktan vazgeçirdim, yine de babam seçim kampanyasında tüm araçlarını onlara tahsis etti. Ses çıkarmadım. Bu olayı birkaç yıl sonra Gülen’e bir talabesi vasıtasıyla ulaştırdığımda Gülen’in ‘Susma, yorum yapmama hakkımı kullanıyorum’ dediğini ibretle öğrendim. Gülen’in ufkuna, vizyonuna aşık oldum. Erbakan’ı ülkemize getiren ismin Faruk Gürler ve Muhsin Batur paşlar olduğunu yıllar sonra öğrenecektim. Dini yapıları, tarikatları tek elde toplayıp kontrol etmek isteyen Gladyo ve Türkiye’deki generalleri Erbakan’a yumurtaları tek semette toplama görevi vermişti. Gülen’in siyasete girmeme kararına Erbakan 1970 öncesi pek bozulmuştu. Erbakan, Gülen’in Buca ve Manisa’da öğrencilerle yaptığı kamplara tam üç kez geldi ve hepsinde Hocaefendi’den ‘ Biz siyasete girmeyeceğiz’ kelamını işitti. Son geldiğinde Gülen, Erbakan ile yüzyüze görüşmek istememiş, yalan söylemek istemediği için de elindeki sopla ile bir yerde bir daire çizip, ortasına sopayı değdirip’ Burada yokum’ deyin lütfen diye mesajını iletmişti.

1994 belediye başkanlığı seçimlerinde RP’nin başarısını tüm hezeyanlarına rağmen sevinmiştim. Aralık 1995 seçimlerinde Gülen’in ne düşündüğünü öğrenmek için Altunizade’de sohbetine girmek istemiştim. Yurt dışında olduğum için o zamana kadar hiç oy kullanmamıştım, ilk defa yurtdışına giderken hava alanında oy kullanacaktım. Gülen, yanlış anlaşılır düşüncesiyle kimseyle görüşmüyordu. Küçük bir imasınını bile yanlış yorumlayanlar oluyordu. Sürekli onla görüşenler bile yanına giremiyordu. Bu kafa karışıklığıyla hayatımın en büyük hatasını yaptım ve RP’ne oy attım. Bu dönemde Gülen Grubu’na ciddi baskılar vardı, şantaj dostlardan da geliyordu. Erbakan’a kızgın olmama rağmen ‘ehveni şer’ diye ona oy atmam, Milli Görüşcü kardeşlerden nefret etmediğimi yeterince göstermiyor mu? Bugünde AK Parti’ye ‘ehveni şer’ diye oy veren çoktur. Sanıldığı veya uydurulduğu gibi the cemaat iktidarı AK Parti ile yarı yarıya paylaşmıyor veya iktidarı ele geçirmeye çalışmıyor. Mevlana’nın parti kurması ve hükümeti ele geçirmesi için organize çete kurması ne kadar saçmaysa Gülen’in ve takipçilerine isnad edilen iftiralar o denli saçmasapan,  bilumum şeytanların çıkardığı fitne fesatlardır vesselam.

1996′da REFAHYOL hükümetinin başbakanı Erbakan çok şımarmıştı. Gülen’i siyasi rakip olarak görüyordu. Bazı odaklar, bu sıralarda Gülen ile Erbakan’ı karşı karşıya getirmek için ince oyunlar oynadılar. Gülen’i onaylar gibi gözüktüler. Gülen, bu devreyi lehine iyi kullanarak hoşgörü ve diyalog girişimleri başlattı, medyanın her çeşitinde boy göstererek derdini çok iyi anlattı, zenginler kulübü patronları ile iftarlarda buluştu. Rahmi Koç ile aynı masada iftar açtı. Cumhurbaşkanı Demirel, onun elinden hoşgörü ödülü aldı, sanat dünyası ve entellektüel kesim onu keşfetti, açtırdığı okulları gezdi. Daha sonra Hava Kuvvetleri Komutanı olan MGK Genel Sekreteri Orgenaral İrfan Kılıç, Selanik’te Atatürk’ün adına bir İmam hatip mahiyetinde okul açtırması konusunda Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak vasıtasıyla Gülen’e mesaj gönderdi. Gülen, ‘neden imam hatip istiyorlar ki, laik okul olsun daha iyi’ dedi. Afganistan ve Kuzey Irak’taki Türk okullarının açılımında arada referans olarak meşhur statükocu İhsan Doğramacı vardı. Doğramacı, bu devrede Bakü Türk kolejine yaptığı ziyarette değişmişti. Yıllardır sövdüğüm adamı okula götürmek için kapısında üç gün yatmıştıkda, Doğramacı’yı zor ikna etmiştik. Bunun hikayesinden bir roman çıkar ya, neyse. MİT ve derinciler, Doğramacı olur verince bu okullara Kuzey Irak ve Afganistan’da destek verdi. Bazıları, eşek ya, semerlerini yediler; Gülen’i avlamak isterken avlanmışlardı. Barış ve huzur ortamını bozmak için devreye giren fitneci güruhu, Gülen’in oluşturduğu bütünleşme, bir, diri ve iri olma misyonunu 1999′daki maskeli baloda baltaladı.

Bunun için Erbakan’a akıl almaz bir iş yaptırdılar veya kendisi bunu seve seve yaptı. Bilemiyorum, günahı kendi boynuna. Tarihten ders alınmazsa tekerrür eder diye bunu hatırlatıyorum.  MİT’de Terörle Mücadele Başkanı olan Mehmet Eymür’ün meşhur 2. MİT raporunu yazdı ve the Cemaat’a ilk çeltik atıldı. Mesut Yılmaz Başbakan olunca Kutlu Savaş’a meşhur Suusrluk Raporunu yazdırdı. Mafya ve karanlık ellerle irtibatlı 58 isim üzerinde duruluyordu. Erbakan, başbakanlığa gelen MİT raporuna 59. isim olarak hiç ilgisi olmadığı halde Fethullah Gülen’in ismini ekletti veya onun haberi olmadan eklediler. Bugünkü MİT krizine ne kadar benziyor.  Bununla kalmadılar. İstihbarat örgütlerimizin hızlı ’007 James Bond’u kod adı ‘Yeşil’ olan Mahmut Yıldırım ile Gülen’in ilgisi olduğu ortaya atıldı. Zaman gazetesi, Yeşil’in cep telefonuyla kimlerle görüştüğüne ilişkin bir listeyi sekiz sütuna manşet verdi. Sesleri kısıldı. Yeşil, MİT’den JİTEM’e kadar tüm istihbarat örgütlerimize çalışan başbakandan bakanlara, üst düzey askerlerimize kadar herkesle pervasızca telefonla görüşen derin bir adamdı. İlgisi olamayacağı Gülen’le irtibatlandırma, kamu oyundaki olumlu imajını yıkmaya yönelikti. Erbakan’ın toplumu geren konuşmalarını Gülen ustaca yatıştırdı. İçimizdeki beyinsizlerden dolayı milyona yakın insanı toplama kamplarında öldürmek isteyen dıştaki şeytanlar ve içteki yardakçılarına manevralarıyla Gülen engel oldu. Bu dehşet planın ayrıntılarını yakında açıklayacağım, küçük dilinizi yutacaksınız. O zaman Gülen’in ülkemizi nasıl bir badireden kurtardığını anlayacaksınız.

28 Şubat sürecine gelinmesi, başörtüsü krizi Erbakan’ın belkide bilinçli ahmak politikalarının sonucudur. Bilinçli değilse bile o güne kadar Özal’dan beri sorun olmayan baöörtüsü ile üniversitede kızlarımızın okuma şansını Erbakan, sarfettiği ‘Rektör başörtülüye selam duracak’ cümlesiyle elleriden aldı. Halbuki Erbakan deha seviyesinde zeki biri, böylesine açık hataları neden yapıyordu? Bu dönemde Allah’a, peygambere küfredecek kadar din düşmanı olan bir azınlık gemi azıya aldı. Eski Cumhurbaşkanı Demirel’in hükümeti kurma görevini, ekibini tasfiye ettiği için kızgın olduğu Çiller’e değilde azılı rakip partisi ANAP’ın başındaki Mesut Yılmaz’a vermesi düşündürücüdür. Asker baskısıyla DYP’den itifa eden Demirel’in truva atları, Yalım Erez sendromu siyasi tarihimize kara leke olarak geçti. Bu talep askerlerden gelmişti. 6 defa gidip 7 defa gelen Demirel koltuğa sıkı sıkı yapışmıştı, artık gitmek istemiyordu. İstediği kadar ’28 Şubat’ın başına geçerek zararı azalttım ve milletimi hizmet ettim’ desin, şeytanların kurguladığı oyunda kuklaydı. Çiller’in yakıştırmasıyla ’28 Şubat’ın Onbaşısı’ olmayı içine sindiren Mesut Yılmaz, siyasi kariyerini bitiren biçimde ‘post modern darbecilerle-kolkola’ görüntüsünü çekinmeden verdi. 1998 Eylül’ünde Zaman gazetesinde köşe yazmaya başlayan sürgün yazar Mehmet Barlas, henüz 22. yazısını yazmıştı ki, birden ayrılmak zorunda kaldı. Demirel ve Yılmaz’ın azılı düşmanı Barlas’a Zaman’ın kapı açması üzerine Mesut Yılmaz, Zaman gazetesini Barlas’ın ifadesiyle tehdit etti ve şantaj yaptı. Daha sonra başka bir partide faaliyet gösteren genel başkan yardımcısı, eski vali Hayri Kozakçıoğlu telefonla arayarak ‘Barlas’a yazdırmaya devam ederseniz. Okullarınızı kapatırız.’ şeklinde bir şantaj savurdu. Ben buraya kadarını biliyorum. ANAP Muhabiri arkadaşım Ömer Şahin daha fazlasını bilir. Anlaşılan şantajın boyutu daha büyüktü. DGM savcısının hazırladığı komplo iddianameye destek verilmesi de söz konusuydu. Verildi de. ANAP’ı tarih sahnesinden silen işte bu görüntüdür.

1988 Mart MGK’sında Fethullah Gülen dosyası masaya yatırılmıştı. Dışişleri ve İçişleri’nden gelen olumlu raporların karşısına MİT masaya, eski Ankara Emniyet İstihbarat Bölümü’nden telekulak skandalı nedeniyle tasfiye edilen Cevdet Saral ve Osman Ak ekibinin raporunu koydu. Başbakan Ecevit’in Gülen’i savunan açıklaması oy avcılığı için değildi. Ecevit, 1992′de Gülenle iki defa görüşmüş onun samimiyetine inanmıştı. Gazeteci Sadullah Amasyalı arkadaşım Ecevit’e Gülen’i tanıtmasa, bu açılım olmazdı. Elbette Allah’ın takdiri, planı ve dilemsi vardı ama bireysel emekler unutulmamalı. Gülen taraftarlarının DSP’ye oy verdiğini, tabii bazı saftorik arkadaşlar hariç, sanmıyorum. Gülen’i bitirmek için çalışan ekip pes etmemişti. Artık Ergenekon’un gerçek karakutusu, Albay Ergenekon Veli Küçük’ün Osman Gürbüz adlı bir tetikçiye öldürttüğü anlaşılan Necip Hablemitoğlu, dananın kuyruğunun kopma noktasıdır.
26 May 15:24

10 SORUDA İÇKİ YASAKLARI

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)
1.Saat yasağı nerelerde uygulanacak?
Artık gece 22.00’dan sonra bakkal, büfe gibi içkinin şişe olarak satıldığı yerlerden içki alınamayacak. Bu yasağa süpermarket, hipermarketler de dahil. Barlarda, restoranlarda açık olarak içki tüketimine ilişkin bir sınırlama yok. Ancak dışardan herhangi bir büfeden alınamayacak.
 
2- Turizm bölgeleri de saat yasağı kapsamında mı?
Düzenlemede herhangi bir bölge ayrımı yok. Yani Türkiye’nin her yerinde artık saat 22.00’den sonra satış olmayacak.
 
3- Saat yasağına aykırı satış yapılırsa cezası ne? 
Satışı yapan büfe ya da bakkala idari para cezası verilecek. Bu ceza 2013 yılı için 20 bin lira ile 100 bin lira arasında. Cezayı mülki amirler uygulayacak. 


4- İçkinin her türlü reklamı yasak mı?
Artık alkollü içkilerin her ne surette olursa olsun reklamı ve tüketicilere yönelik tanıtımı yapılamayacak. Bu ürünlerin kullanılmasını ve satışını özendiren veya teşvik eden kampanya, promosyon ve etkinlik yapılamayacak. Sadece uluslararası düzeyde tanıtımına yönelik ihtisas fuarları düzenlenebilecek. Alkollü içkileri üreten, ithal eden ve pazarlayanlar, her ne suretle olursa olsun, hiçbir etkinliğe ürünlerinin marka, amblem ya da işaretlerini kullanarak destek olamayacak. Televizyonlarda yayımlanan dizi, film ve müzik kliplerinde alkollü içkinin özendirici görüntülerine yer verilemeyecek.
 
5- Bağbozumu, şarap tadımı yasaktan etkilenecek mi?
İçki tanıtımı sadece uluslararası düzeyde tanıtımına yönelik ihtisas fuarları ile bilimsel yayın ve faaliyetlerde yapılabilecek. Bağ bozumu ya da şarap tadımı etkinliklerinin durumu belirsiz. Sektör yetkilileri bağbozumu yapıldığında bir gazetecinin bu tanıtımda yer alması halinde bunun ihlal anlamına gelebileceğini belirtiyor. Muğlak olan bu durumun daha sonra ikincil mevzuatlarda açıklığa kavuşması bekleniyor.
 
6- Bilimsel makaleler de yasak kapsamında mı?
Yine internet üzerinden ya da bir dergide makale çıkması durumu da karışık. Bir dergide ‘şarap’ ile ilgili bilimsel bir makalenin reklam amaçlı olup olmadığına TAPDK’nın karar vermesi gerektiği üzerinde duruluyor. Ya da bir kişinin Twitter üzerinden bir marka belirterek görüşünü paylaşmasının reklam olup olmadığı belirsiz.
 
7- Reklam yasağı kimleri etkileyecek?
Reklam yasağı yılın başında reklam bağlantısı yapılmış bütün gazete ve televizyonları olumsuz etkileyecek. Sadece basılı medyadaki zararın yüzde 30 civarında olacağı tahmin ediliyor.
 
8- 100 metre yasağı mevcut bar, restoran vb. kapatacak mı?
100 metre yakınında örgün eğitim kurumları ve dershaneler, öğrenci yurtları ve ibadethane olan yerlerde içki satışı ya da tüketimi yapılamayacak. Bu mesafe şartı turizm belgeli işletmeler için uygulanmayacak. Ayrıca daha önce açılmış yerlerin ruhsatları da kazanılmış hak kapsamında. Genel Kurul’da kazanılmış hakları birinci ve ikinci derece hısımlara devretme de alındı. Yani önceden içki satışı ruhsatı olan bir yerin sahibi işletmesini eşine çocuğuna devredemiyordu, artık devredebilecek. Ancak üçüncü bir kişiye sattığında ya da markasını değiştirdiğinde kazanılmış hakkını kaybedecek. Bu durum ticari işletmelerin değerini etkileyebilecek ve orta vadede eğer satışları iyi değilse kapatılmasını gündeme getirecek.
 
9- Alkol satışında yaş sınırı var mı?
Alkollü içkiler, tüketilmek veya beraberinde götürülmek üzere 18 yaşını doldurmamış kişilere satılamayacak.
 
10- Sahillerde artık içki yasak mı?
Yasaya göre meskûn mahaller ve konaklama yerleri hariç olmak üzere; otoyollardaki ve devlet karayollarındaki yapı ve tesislerde alkollü içki satışına ve tüketimine izin verilmeyecek. Öğrenci yurtları, sağlık hizmeti verilen yerler, spor müsabakası yapılan stadyum ve kapalı spor salonları, her türlü eğitim ve öğretim kurumları, kahvehane, kıraathane, pastane, bezik ve briç salonları ile akaryakıt istasyonlarının mağaza ve lokantalarında alkollü içkilerin satışı yapılamayacak. Bu düzenlemeyle sahil yerlerinde birçok plajın yol kenarında olması gerekçesiyle içki satışının yasaklanacağı yorumlarına neden oluyor. Ya da bir kişinin büfeden içki alıp sahilde bir şezlongda içkisini içip içemeyeceği de tartışmalı. Bu konunun düzenlemenin yasalaşmasının ardından çıkarılacak ikincil düzenlemelerde açıklığa kavuşturulması bekleniyor. 
 

Saat yasağı hangi ülkelerde var

 
Estonya: Sokakta içki içmek yasak, marketler yalnızca sabah 10.00 akşam 22.00 arası içki satılabiliyor. 
İspanya: Özel lisansı yoksa perakende içki satışı 22.00 ile 09.00 saatleri arası yasak. 
İsrail: Bar ve restoranların dışında 23.00 ile 06.00 arası satış yasak. 
İrlanda: Alkol haftaiçi ve cumartesi 10.30 ve 22.00 arası, pazar günüyse 12.30 ve 22.00 arası satılabiliyor. 
Letonya: Sokakta içki içmek yasak, 22.00 ve 08.00 arası içki satışı yasak. 
Makedonya: 1 Mayıs’tan 30 Eylül’e kadar içki satışı 06.00 ve 21.00 arası yapılabiliyor. 
Norveç: Hafta içi 08.00 ile 20.00 arası cumartesi 08.00 ile 18.00 arası satış yapılabiliyor.
http://t24.com.tr/haber/10-soruda-alkol-duzenlemesi/230631
19 May 16:17

İnceleme: Game of Thrones || Kuzey

by mertkytrk

HBO‘nun son yıllarda ortalığı kasıp kavuran hit dizisi Game of Thrones, içinde bulunduğumuz aylar içinde 3. sezonu yarıladı. Aslen Buz ve Ateşin Şarkısı kitap serisinin uyarlaması olan dizi, zaman zaman seyirciye kitap olarak daha fazlasını vadedebiliyor. Dizi, özellikle çok fazla sayıda bulunan karakterleri, karmaşık kurgusu ve adını daha önce duymadığımız birbirinden ilginç mekanlarıyla seyircilerin diziyi takip etmesinde zorluklar çıkarabiliyor.

Biz de bunu göz önüne alarak dizimiz için en önemli bölge olan “Kuzey”i anlatmak istedik. Kuzeyi anlatırken, kuzeye hükmeden Stark‘lardan ve onlara bağlı büyük hanedanlardan bahsetmemek olmazdı tabii ki. Game of Thrones dünyası hakkında daha fazla bilgi edinmek istiyorsanız, sizi yazımızın devamına alalım.

İçindekiler


Coğrafya :

Kuzey Westeros‘u oluşturan en büyük bölgelerden biridir ve 7 krallık içerisinde yüz ölçümü olarak neredeyse diğer 6 krallığın toplamı kadar büyüktür. Bölge büyük olmasına rağmen olumsuz iklim şartlarından dolayı seyrek bir nüfusa sahiptir.

Bölge genel olarak büyük ormanlar, tepesi her zaman karla kaplı sıradağlar ve büyük boş arazilerle kaplıdır. Kuzeyde hala ayak basılmamış bölgeler vardır. Bölgedeki insanlar ya küçüklü büyüklü köylerde yaşarlar ya da kuzeyde bulunan kalelerde ikamet ederler.

Kuzey, iki büyük bariyer arasında sıkışmış gibidir. Doğusu ve batısı denizlerle kaplı olan kuzeye, kara yoluyla giriş iki yolludur; kuzeyi yabanıl bölgeden ayıran sur ve kuzeyi güneye bağlayan boğaz. Boğaz, kuzeyi güneye bağlayan dar bir toprak parçasıdır; fakat geçmesi hiç kolay değildir. Bataklıklarla ve binbir çeşit yırtıcı hayvanla kaplı bölgede, tek bir geçiş yolu vardır. Bu yolu da sadece kuzeye bağlılık yemini etmiş Reed Hanesi bilir.

Geçişin bir diğer zorluğu ise bataklıkları geçen tek yolun hemen kuzeyinde Moat Cailin kalesinin bulunmasıdır. Kuzey Kralları, Moat Cailin sayesinde kuzeye yapılan bir çok güneyli saldırıyı durdurmuşlardır. Şimdilerde büyük kısmı harabe olan kalenin sadece 3 kısmı ayaktadır. Bu nedenlerden ötürü Boğaz Bölgesi, kuzeyin anahtarı olarak görülür ve kuzeye açılabilecek bir savaşta kilit noktayı oluşturur.

Bir diğer bariyer ise kuzeyi yabanıllardan ve ötekilerden koruyan Sur‘dur. Sur tamamı buzdan oluşan yükseliği 250 metreyi bulan yekpare bir duvar şeklinde aşılmazdır.Sur‘da bir çok Kale bulunmaktadır ve eskiden hepsi askerlerle dolu olan bu kalelerin şu an sadece 3′ü kullanılmaktadır.

 

 

 

Kuzeyin doğusunda Titreyen Deniz ve batısında Gün Batımı Denizi bulunur. Bu iki sahil şeridi boyunca uzanan dağlık kıyılarında kuzeyin bir sürü adası vardır. Fakat bu adaların çoğunda yaşam yoktur. Adalardan bilinenler Skagos ve Ayı adasıdır.
Kuzeyde iki tane büyük nehir bulunur. Bu nehirler, taşımacılık ve ticarette de kullanır. Bunlardan biri Beyaz Liman‘da başlayıp Kışyarı‘na kadar giden Beyaz Bıçak ve Son Ocak kalesine kadar giden Son Nehir’dir.
kuzeyde coğrafyayı oluşturan diğer önemli yerler ise şöyledir; Hendek Tepeleri ilk insanların mezarları olarak rivayet edilen bölgedir; noktalı tepeleri ve elverişsiz bozuk arazisiyle çok büyük bir alan kaplar. Kurt Ormanı Kışyarı‘ndan Taşlı Kıyı‘ya kadar uzanan kuzeyin en büyük ormanıdır. Dereler Hendek Tepeleri‘nin batısında kalan bir çok küçüklü büyüklü nehri barındıran bölgedir.

Kültürel Yapısı : 

Yukarıda anlatılan bir çok nedenden dolayı Kuzeyliler, Güney Krallıkları‘ndan ayrı kalmış ve kendilerine özgü bir kültür oluşturmuşlardır. Kuzeyliler, ilk insanların kanından gelir. Kuzeyliler dürüstlükleriyle, cesaretleriyle ve azimleriyle bilinirler. Diğer krallıklardan farklı olarak Kuzeyliler, Yedi İnancı‘na bağlı değildir. Onlar eski tanrılara ve Yürek Ağaçları‘na inanırlar.

Sadece Beyaz Liman halkı ve Beyaz Liman‘ı yöneten Manderly Hanesi güneylilerin Yedi İnancı’na sahiptir. Kuzey iklimi ve coğrafyası kolay bir bölge olmadığından insanları da zordur. Kuzeydeki insanların en büyük derdi kıştır. Her zaman kışa hazırlanırlar ve bunun için çalışırlar. Güney’de bulunan turnuvalar, eğlenceler, ziyafetler kuzeyde bulunmaz.

Kuzeyli insanlar birbirlerine ve hanedanlarına çok sadıktır. Kuzeyde köylerde ve kalelerde yaşayan halk dışında Dağ Klanları’na sadık insanlar da vardır ve bunlar gözlerden uzak, yabani bir hayat sürerler. Fakat çoğu Kışyarı’nın Stark’larına bağlılık yemini etmiştir. Kuzeyde şövalyelik yaygın değildir ve şövalyelik turnuvaları düzenlenmez; çünkü şövalyelik Yedi İnancı’yla ilişkilendirilir.

Mevsimler : 

Kuzey, her zaman soğuktur ve kar yağışı görülür. Yaz mevsimi, kışa göre daha ılıman geçse de yazın bile hava soğuktur ve yer yer kar yağışlarına rastlanır. Kuzeyli insanlar her zaman sert kışa hazırlanır. Kalelerdeki üstatlar, sonbaharın gelişini duyurduğunda kış hazırlıkları başlar. Kuzeyli lordlar, kış için çiftçinin hububatlarının 4′te 1′ini ya da 5′te 1′ini alırlar. Yemekler tuzlanır; şaraplar, içecekler ve kiler kış için hazırlanır. Sahildeki insanlar balıklar sayesinde yaşarlar. Hatta kış boyunca da buz balıkçılığı yaparlar. Kış aylarında kar 12 metreyi bulur ve bölgeyi yaşanılmaz hale getirir. Bu yüzden büyük köyler ve kaleler sıcak su kaynaklarının ve kaplıcaların üstüne ve çevresine kurulmuştur.

White Harbor (Beyaz Liman)

Ticaret :

Ticaret genel olarak Kral Yolu çevresine kurulan büyüklü küçüklü pazarlarda yapılır. Kuzeyin başlıca ihracat ürünü yün ve deridir. Aynı zamanda gümüş ticareti de gelişmiştir.
Bunun dışında, en büyük ticaret merkezi Beyaz Liman’dır. Konum olarak güneye yakın olan liman Kuzey ile güneyin ticaretinde kilit noktadır ve bu özelliği yüzünden kuzeydeki en zengin yerdir ve kuzeyde bulunan tek şehir Beyaz Liman’dır.

Kısa Tarih :

Kuzeyin insanları, yaklaşık 12.000 yıl önce bu topraklarda yaşamış ilk insanların kanından gelir. Yaklaşık 8.000 yıl önce ötekiler istilaya başladığında Sur inşa edilmiş ve Kışyarı kurulmuştur. Mimar Brandon Stark tarafından yapılmıştır hepsi. Rivayetlere göre Sur’un ve Kışyarı’nın kurulmasına devler de yardımcı olmuştur. Böylece Gece Nöbetçileri birliği ortaya çıkmış ve Starklar kuzeyin kralı olmuştur. Daha sonra ,Kral Torhen Stark, Fatih Aegon ve ejderhalarına diz çökmüştür. Kuzeyin bölgesel başkenti olarak Kışyarı, en zorlu şenliklere yıllar boyunca ev sahipliği yapmıştır.

Kuzey, Demir Taht’a bağlılık yemini etmiş Kışyarı’nın Stark’ları tarafından yönetilir. Kuzeyde Stark’lar dışında bir çok soylu hanedan vardır. Her biri kendi bölgelerine hükmeden bu hanedanların hepsi, kuzeyin kralı Stark’lara bağlılık yemini etmişlerdir.

Yazının devamında kuzeyde bulunan soylu hanedanlardan bahsedeceğim. Stark Hanesi hakkında diziyi izleyen herkes az çok fikir sahibi olduğu için yazıda, diğer hanedanlara daha çok yer verilecektir.

Stark Hanesi : 


Westeros‘un büyük hanedanlarından biridir ve kuzeyin hakimidir. Eskiden, Kış Kralları olarak hüküm sürerlerdi. Targeryan fethinden sonra Kuzey’in muhafızı olmuşlardır. Armaları beyaz zemin üzerine gri ulu kurttur. Mottoları ‘ Kış Geliyor’dur.

Aile üyelerinin genel fiziksel yapısı uzun, ince yüz, siyah saçlar ve gri gözlerdir. Dizide bir çok ana karakter bu hanenin üyesidir.

Starklar, Sur’u ve Kışyarı’nı inşa etmiştir. Kurucuları Mimar Bran olarak bilinir. Soyları ilk insanlara dayanır ve eski tanrılara inanırlar.

Ayrıca Starklar bir çok yabanıl saldırısını geri püskürtmüş ve krallığı korumuşlardır.

 

Stark’lara Bağlılık Yemini Etmiş
Haneler :


Stark’lara bağlı büyüklü  küçüklü yaklaşık 54 hane vardır. Bunlardan 12′si soylu ve büyük hanelerdir. Bunlardan en önemlileri Karstark Hanesi, Manderly Hanesi, Mormont Hanesi ve Bolton Hanesi’dir.

Karstark Hanesi :


 
Bin yıl önce Karlhon Stark tarafından kurulan Karstark Hanesi Karlhon’a ödül olarak sunulmuştur. Bin yıl önce Bolton’ların isyanını kendi hane adıyla durduran Karlhon’a ödül olarak, Son Ocak nehrinin batısındaki topraklar verilmiş ve burada kendi kalesi Karhold’u (Karl’ın sığınağı) kurmasına izin verilmiştir.

Karholdlar, Titreyen Deniz‘e bakan, Son Nehir‘in arkasındaki ormanın ortasında, Kışyarı’nın kuzeydoğusu boyunca uzanan topraklarda yaşarlar. Armaları siyah zemin üzerine beyaz güneş ışığıdır ve Mottoları ‘ Kış Güneşi’dir. Karstarklar sakallı, uzun saçlı sert adamlardır.

 

 

Manderly Hanesi : 

Manderly Hanesi, kuzeyde soyları kuzeyli insanlara dayanmayan tek hanedir. Menzil Toprakları kökenli olan bu hane, Fetih Savaş‘ından binlerce yıl önce güçlü nehir Mander kıyılarında yaşıyorken, buradan Gardener‘ler tarafından kovulmuş ve kuzeye sürgün edilmiştir. Kışyarı’nın Starkları tarafında çok iyi karşılanan Manderlyler, Jon Stark tarafından korsanlardan temizlenen Beyaz Liman‘a yerleştirildiler.

Kökenleri yüzünden Andal soyundan gelen hane, Kuzeyliler’in inandığı eski tanrılar yerine Yedi İnancı’na inanırlar.

Beyaz Liman, kuzeydeki en büyük limandır ve deniz taşımacılığı ve ticaret için kilit noktadır. Kuzeyde bulunan tek şehir olan Beyaz Liman, Westeros’taki en büyük 5. şehirdir. Hanedan armaları beyaz-yeşil zemin üzerinde üç dişli mızrak taşıyan sakallı ve koyu yeşil saçlı beyaz bir deniz adamıdır.

Mormont Hanesi : 


Buz Koyu’nun içinde yer alan Ayı Adası’nda hüküm süren Mormontlar; eski, gururlu ve onurlu bir ailedir. Armaları yeşil koru üzerine siyah bir ayıdır ve mottoları “İşte Karşınızdayız”dır. Ayı Adası değerli doğal kaynaklara sahip olmadığı için fakir bir hanedir.

Büyük salonları topraktan savunma çitleri ile çevrilmiş devasa kütüklerden yapılmıştır. Kapıda bir kolunda emzikteki bir bebeği ve diğer kolunda da bir savaş baltasını tutan ayı postunda bir kadın yontulmuştur. Ayı Adası’ndaki diğer kadınlar gibi Mormont Hanesi’nin kadınları da kendilerini demir adamlardan ve yabanıllardan nasıl koruması gerektiğini öğrenir.

Dizide önemli bir karekter olan Sör Jorah Mormont, Ayı Adası lorduydu; fakat eşini para ile mutlu etmek için köle tacirliği işine girdiği için Eddard Stark tarafından ölüme mahkum edildi. İnfazdan kaçan Sör Jorah Mormont, Essos kıtasında saklanmıştır.

Bolton Hanesi : 


Dehşet Kale’li Bolton Hanesi, kuzeydeki eski soylu hanelerden biridir. Dehşet Kalesi’nde hüküm süren Bolton’lar’ın en meşhur özellikleri, tutsaklarına yaptıkları işkence yöntemleridir. Düşmanlarının derisini yüzmeleriyle bilinirler. George R.R. Martin’e göre, mottoları “Kılıçlarımız keskindir”, Boltonlar arasındaki ortak bir deyiş ise “Derisi yüzülmüş bir adamın hiçbir sırrı yoktur” sözüdür.

Boltonlar yüzyıllar boyunca Starklar’ın rakibi olmuş ve fırsat bulduklarında isyan etmişlerdir. Boltonlar pekçok Stark lordunun derisini yüzerek ve kendilerine ait olan Dehşet Kalesi’nde asarak Starklar’a karşı bazı başarılar kazandılar. Söylentiye göre, bazı Bolton lordları düşmanlarının yüzülmüş derilerini -Starklar dahil- pelerin olarak giyerlermiş. En son 300 yıl önce isyan etmiş ve başarısız olmuşlardır.

 

Bu büyük hanelerin dışında, önemli diğer iki hane Bozsu Gözcüsünün Reedleri ve Son Ocak’lı Umber hanesidir.


Boğazdaki bataklıklarda yaşayan bataklık sakinleri ve kurbağa yiyenler olarak adlandırılan Reedler’in Starklar’a olan bağlılığı tamdır. Reed Hanesi, Starklar kuzeydeki kral olduğunda, Starklar’a yemin ve sadakat etmiş ilk hanedir. Yarı resmi bir kaynağa göre armaları siyah-yeşil zemin üzerine siyah bir kertenkele aslanıdır.

Reed Hanesi, diğer hanelerden farklı şekilde Kışyarı’nın Stark Hanesi’ne bağlılık yemini etmektedir. Bozsu Lordu Howland Reed, Eddard Stark’ın en iyi dostu ve dizideki kilit bir karakterdir.

Bozsu sadakatiyle söz veriyoruz Kışyarı’ya. Sana teslim ediyoruz, lordum yuvayı ve yüreği ve hasatı. Kılıçlarımız ve mızraklarımız ve oklarımız senin emrin içindir. Zayıflığımıza merhamet göster, çaresizliğimize yardım et, her şeye adalet getir ve biz seni hayal kırıklığına uğratmayacağız. Yeryüzü ve su üzerine yemin ederim. Bronz ve demir üzerine yemin ederim. “Buz ve ateş üzerine yemin ederim.”

Son Ocak’lı Umber Hanesi diğer bir kuzeyli soylu bir hanedir. Sur’a en yakın hane olan Umber’lar yabanıl saldırılarında yardım için sürekli çağrılırlar. Hanenin başı, Lord Jon Umber’dır ve çoğunlukla Büyük Jon olarak çağrılır.

 

 Son Söz :

Yazı boyunca Stark Hanesi’nin hükmettiği kuzeyden ve kuzeyde bulunan hanedanlardan bahsettik. Bu yazı, diziyi izlerken bazı noktaların daha anlaşılır olması, eğer izlerken kafanızda küçük sorular kaldıysa onların giderilmesi ve ilerki bölümler için kaynak oluşturması için hazırlandı.

17 May 13:10

İstatistiklerle Türkiye’de Gençlik

by Business Intelligence
gençlik turkiyede

Türkiye İstatistik Kurumu, 2012 yılından itibaren özel günlerde günün önemine atfen özel yayın ya da haber bülteni yayımlamaya başlamıştır. Bu kapsamda, “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı” çerçevesinde genç nüfusa (15-24 yaş grubu) ilişkin geçen yıl ilk defa hazırlanan “İstatistiklerle Gençlik, 2011” yayını, bu yıl güncel bilgileri içerecek şekilde tekrar yayımlanmıştır. Bu haber bülteninde, ülkemizdeki genç nüfusun temel özelliklerini ortaya koyan istatistiklere yer verilirken, eş zamanlı olarak çıkarılan “İstatistiklerle Gençlik, 2012” kitabında genç nüfusa yönelik ayrıntılı tablolar da kullanıcılara sunulmaktadır.

Türkiye nüfusunun %16,6’sı genç

Ülkemizin toplam nüfusu 2012 yılı sonu itibariyle 75 627 384 kişi olup bunun %16,6’sını (12 591 641 kişi) gençler oluşturmaktadır. Genç nüfus oranı 1935 yılında %15,1, 1980-2000 yılları arasında ortalama olarak %20 iken bu yıldan sonra azalma eğilimi göstermiştir.

Genç nüfusun %51,1‘ini genç erkekler, %48,9’unu ise genç kadınlar oluşturmaktadır.

Gençlerin toplam nüfus içindeki oranının, 2075 yılında %10,1’e düşeceği tahmin ediliyor

Nüfus projeksiyonlarına göre, 2023 yılında genç nüfusun toplam nüfus içindeki oranının %15,1’e, 2050 yılında %11,7‘ye, 2075 yılında ise %10,1’e düşeceği tahmin edilmektedir.

Seçilmiş Ülkelere Göre Genç Nüfusun Toplam Nüfus İçindeki Oranı, 2011

İstatistiklerle Türkiye'de Gençlik

Seçilmiş ülkelere göre genç nüfusun toplam nüfus içindeki oranı incelendiğinde, 2011 yılında 15-24 yaş grubundaki genç nüfus oranının yüksek olduğu ülkelerden birinin Türkiye (%16,8) olduğu görülmektedir. Avrupa Birliği üye ülkeleri ortalamasına göre genç nüfus oranı %11,8 iken, Amerika Birleşik Devletleri’nde %14,1 ve Kanada’da %13,3’tür. Bu oran, 2010 yılında Brezilya’da %17,2 ve Meksika’da %18,3’tür.

Yükseköğretimde net okullaşma oranı (18-22 yaş grubu) %35

Yükseköğretimde 2011/’12 akademik yılında net okullaşma oranında cinsiyete göre fark görülmemektedir.

Yükseköğretime devam eden gençlerde (16-24 yaş grubu) cinsiyetler arasında en önemli fark, önlisans programında görülüyor

Lisans, lisansüstü ve tıpta uzmanlıkta 2011/’12 akademik yılında belirgin cinsiyet farkı görülmez iken, cinsiyet farkı en çok önlisans eğitiminde görülmektedir. Örgün önlisans programında genç erkekler (%62,5), açık öğretim ön lisans programında ise (%62,1) genç kadınlar daha fazladır.

Genç işsizlik oranı 2012 yılında %17,5

2012 yılında toplam nüfusun işgücüne katılım oranı %50, işsizlik oranı %9,2 ve tarım dışı işsizlik oranı %11,5 iken, gençlerde işgücüne katılım oranı %38,2, işsizlik oranı %17,5 ve tarım-dışı işsizlik oranı ise %20,8’dir. İşsizlik oranı genç erkeklerde %16,3, genç kadınlarda ise %19,9‘dur. Tarım-dışı işsizlik oranı ise genç erkeklerde %18,4, genç kadınlarda %26,1’dir.

Genç Nüfusun ve Toplam Nüfusun İşsizlik Oranı, 2005-2012

İstatistiklerle Türkiye'de Gençlik2

Genç nüfusun %14,2’si evli

Ülkemizde genç nüfusun %14,2‘si evlidir. 2012 yılında genç erkeklerin %5,5‘i, genç kadınların ise %23,2’si evlidir. Genç nüfusun evlenme oranı yıllara göre düşme göstermekle birlikte, evlenmede cinsiyetler arası fark hala çok yüksektir. Ortalama ilk evlenme yaşı erkekler için 26,7 iken, kadınlar için 23,5’tir.

Yaşamının herhangi bir döneminde eşinden ya da birlikte yaşadığı kişiden fiziksel ya da cinsel şiddet görmüş genç kadınların oranı %35,3

2008 yılında, yaşamının herhangi bir döneminde eşinden ya da birlikte yaşadığı kişiden fiziksel ya da cinsel şiddet görmüş kadın oranı %41,9‘dur. Bu oran, genç kadınlarda %35,3’tür. Son 12 ay içerisinde eşinden ya da birlikte yaşadığı kişiden fiziksel ya da cinsel şiddet görmüş kadın oranı 13,7 iken bu oran genç kadınlarda %21,3’tür.

Anne ve babalar, gençler ile en çok arkadaş seçimi konusunda problem yaşıyor

2011 yılında anne ve babalar, 13-25 yaş grubundaki çocukları ile en çok arkadaş seçiminde (%33,7) problem yaşamaktadır. Çocuklarının harcama ve tüketim alışkanlığında problem yaşayan anne ve babaların oranı %30,6, kılık kıyafet tarzında problem yaşayanların oranı %29,4, yemek ve ev düzeni alışkanlığında sorun yaşayanların oranı ise %23,3’tür.

Gençler ise anne ve babaları ile en çok harcama ve tüketim alışkanlıkları konusunda problem yaşıyor 

2011 yılında 18-25 yaş grubundaki gençler, anne ve babaları ile en çok harcama ve tüketim alışkanlıkları konusunda problem yaşamaktadır. Yemek ve ev düzeni alışkanlıklarında problem yaşayan gençlerin oranı %24,5, arkadaş seçiminde problem yaşayanların oranı %22,7, kılık kıyafet tarzında problem yaşayanların oranı ise %22,4’tür.

Gençlerin %14,8’i fazla kilolu, %3,8’i ise obez

2012 yılında gençlerin vücut kitle indekslerine göre %69,2’sinin normal değerlerde olduğu görülmektedir. Gençlerin, %14,8’i fazla kilolu, %3,8’i obez iken %12,2’si düşük kiloludur.

Gençlerin %8,6’sı alkol kullanıyor

Hiç alkollü içecek kullanmamış olan gençlerin oranı, 2010 yılında %83,9’dur. Alkol kullanan genç erkeklerin oranı (%14,7), genç kadınların oranından (%2,8) yaklaşık 5 kat daha fazladır. Gençlerin %18,6’sı 14 ve daha küçük yaşta iken ilk kez alkollü içecek denemiştir.

Gençlerde internet kullanım oranı %67,7

2012 yılında, genç erkeklerin internet kullanım oranı %80,6 iken, genç kadınlarda bu oran %55,4’tür.

Gençlerin%24,1’i sıklıkla kitap okuyor

2011 yılında, gençlerin sosyal ve kültürel faaliyetleri değişik alanlarda incelendiğinde, gençlerin %52,2’si ara sıra kitap okurken, %24,1’i sıklıkla kitap okumaktadır. Gençlerin %52,5’i ara sıra gazete okurken, %26,4’ü sıklıkla gazete okumaktadır. Bar, gece kulübü vb. yerlere gitme alışkanlığı olan genç oranı %14,4’tür.

Gençlerin %47,1’i beş yıl sonra Türkiye’nin ekonomik açıdan iyi yönde değişeceğini düşünüyor

Yetişkinlerin %39,8’i beş yıl sonra Türkiye’nin ekonomik açıdan iyi yönde değişeceğini düşünmektedir. Gençlerin %47’si beş yıl sonra kamu hizmetlerinin sunumunda, %45,6’sı ise sosyal haklar ve özgürlüklerde iyi yönde bir değişim olacağını düşünürken, bu oranlar yetişkin nüfusta (25 yaş ve üzeri) sırasıyla %40,8 ve %37,6’dır.

Mutlu olduğunu beyan eden gençlerin oranı %64,6

Gençlerin %69,6’sı, 2011 yılında mutlu olduğunu beyan ederken, bu oran 2012 yılında 5 puan düşerek %64,6 olmuştur. 2011 yılında gençlerin %5,4’ü mutsuz olduğunu beyan ederken, 2012 yılında bu oran %9,4’e yükselmiştir.

Gençlerin yaklaşık %84’ü gelecekten umutlu

Genç erkeklerin %83,2’si, 2012 yılında umutlu olduğunu beyan ederken, genç kadınların %84,2’si umutlu olduğunu beyan etmiştir. Umut oranı 25 ve daha üstü yaştaki yetişkinlerde, gençlere oranla daha düşüktür.

Gençler %50,9 oranında diğer insanların arkadaş çevrelerine önem veriyor

Yetişkinlerin %53,3’ü diğer insanların aile yaşam biçimlerine önem verirken, gençlerde bu oran %50,9’dur. Aile yaşam biçimine verilen önem %50,4 ile gençlerde ikinci sırada yer alırken, yetişkinlerde insanların arkadaş çevrelerine verilen önem %49,7 ile ikinci sıradadır.

Kaynak: TÜİK

14 May 11:27

İSLAMKÖYLÜ NAZMİYE HANIM !..

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)
       

   Elinde dantelli mendili, geniş yakalı süslü tayyörleri, her daim kırmızı ruju ile görsel hafızamızın ebedi fonundadır Nazmiye Hanım.. 1960'lardan itibaren uzun süre siyaset sahnesinden inmeyen kocasından dolayı her zaman ilgi çekmiş, ama kamuoyundan hep kibarca sıyrılmıştır. Demirel'in  yanında ettiği birkaç cümle dışında, 1969'dan beri, basına söyleşi vermemesine rağmen, ona kırgın bir medyadan söz edilemez..
   Ankara'daki hava aynen şöyle : "Nazmiye Hanım mı ? Söyleşi kabul etmez ama mutfağında her zaman yiyip içebilirsin !.."
   Olayın imkansızlığı şu şekilde anlatılabilir : 2005 yılında, Pazar sohbetleriyle ünlenen gazeteden bir gazeteci Süleyman Bey'e şöyle der : "Gazeteciliğimi iki röportajla noktalamak isterim ; biri Papa, diğeri de Nazmiye Hanım.." Demirel, "Yarısını oldu bil.." deyince, gazeteci heyecanlanır : "Yani Nazmiye Hanım'la konuşabilecek miyim ?.."  "Yoo, sana Papa'yı ayarlayacağım !.." der Süleyman Bey..
   Sustukça, Demirel'in gölgesinde, eli her daim mutfak önlüğünde, dolma saran bir kadın olarak tanındı ama, evin içinde aslında öyle olmadığını anlıyorsunuz. Peki, Türk basınını tövbe ettiren olay ne idi ?..
   Bu olay 1969'da "Hayat" dergisinde çıkan "Türk Kadınlarından Portreler" dizisi çerçevesinde Nazmiye Hanım ile yapılan bir söyleşi idi.. Bikkat Köknür'ün yaptığı bu söyleşide, genç başbakan eşinin söylediklerinin bazıları şunlardı :

   Gazeteci, "Bu apartmanı kirayla mı tuttunuz ?" diye soruyor, Güniz Sokak'taki ev için.. O da "Hayır" diyor, "öteki gibi bu da bizimdir, yani ailelerimizin.."
   Gazeteci "ailelerimiz"i pek anlamıyor, "kimin ailesi ? " diye soruyor. Nazmiye Hanım da aynı rahatlıkla anlatıyor : "Hem kocamın, hem de benim ; ikimizin de ailesinde ayrı gayrı yoktur. Babamla kayınpederim kardeş çocukları olurlar. Kayınvalidemle babam da akrabadır. Evlenmeleri de hep aralarında olmuş. Kız kardeşim, Süleyman Bey'in dayısının gelinidir. Hepimiz geniş bir aileyiz. Herhangi bir ayrılık bahis konusu değildir aramızda. Para, mal herkesindir.."
   Söyleşi boyunca aşk meşk konularından uzak duran Nazmiye Hanım, içten itiraflarda bulunur :
"İslamköy'de doğdum. İslamköy Isparta'nın bir mahallesi gibidir. Otomobille şehre on-on beş dakika uzaklıktadır. Çocukluğum devamlı Isparta ile İslamköy arasında geçti. İlkokulu İslamköy'de, enstitüyü Isparta'da bitirdim. Ailemizde yediden yetmişine kadar herkes çalışır. Annem hala şalvarını giyer, bahçelerde çalışanları kontrole gider..
   Mevsimine göre yazsa emprime, üstüne pardösü giyerim. Seyahatlerde ve araba kullanırken tayyörü tercih ederim. Kısa kollu esvapla sokağa çıkmam ; ama kocam DSİ Müdürüyken çıkardım.. 1955'den beri araba kullanırım. Prensip olarak, kocama verilen makam arasında bir yere gitmezdim. Alışverişlerim, ziyaretlerim için ben de bir arabaya ihtiyaç duydum. Kendi arabamı kendim kullanırım..."
   Söyleşinin geri kalan bölümünden ; Demirel'in en çok kuru fasulye bulgur sevdiğini ; yemekleri mutlaka eşinin yapmasını istediğini, çok güvenip kıskanmadığını ve Nazmiye Hanım'ın en sevdiği şeyin araba kullanmak olduğunu öğreniyoruz..
   Süleyman Bey'in ehliyeti yokmuş. Baş başa olabilsinler diye Nazmiye Hanım da onu bu konuda pek yüreklendirmemiş.
   Ne var ki, söyleşi yayımlanınca yer yerinden oynuyor. Başbakanın mal varlığının ailesi ile ortak olması geniş çalkantı yaratıyor ve Nazmiye Hanım, içtenliğinin sonucunda kopan bu gümbürtüden sonra kapısını gazetecilere sadece eşi için açıyor..

  

   Babaları Mesut Şener ve Yahya Çavuş zaman içinde birbirlerine kardeşten de yakın olurlar. Mesut Şener kızı Nazmiye için, bu yakın hısımının küçük oğlu Süleyman'ı uygun görür. Bir çeşit beşik kertmesi.. Süleyman Demirel liseden mezun olduğu yıl, yaz tatilini geçirmek üzere İslamköy'e gelir. On sekiz yaşındadır. Nazmiye Hanım'a ilk kez o yaz "alıcı" gözüyle bakar ve aralarında söz kesilir. Yaz sonunda Süleyman Bey Teknik Üniversite'de okumak üzere İstanbul'a gider. Sözlüsüyle baş başa vedalaşma olanağı bile bulamamıştır !..

   Genç Nazmiye Hanım, köy evine kapanıp sözlüsünün yolunu gözlerken, çeyizini de hazırlar. Gelecekteki eşiyle ne telefonda görüşebilir, ne de mektuplaşabilir. Onların elçiliği, ailenin en büyüğü Şevket Demirel'e düşer, gelenek ve görenekleri uyarınca...
   Genç Süleyman da yüksek öğrenimini sürdürürken, mezuniyetinin altı ay gecikmesi nedeniyle canı sıkkındır. Bu arada verir evlenme kararını ve bunu Nazmiye Şener'e tek cümleyle duyurur : "Çeyizini ve hazırlıkların tamamsa en kısa zamanda evlenelim.."
   Aile büyükleri düğün tarihini kararlaştırırlar : 12 Aralık 1948.. Nazmiye Şener İslamköy'de Pembeli Yol, 14 numaraya gelin gider. Nazmiye Hanım o evlilik gününden bir ay sonra kocasından ayrı düşer. Demirel iş için İslamköy'den ayrılır. 21 yaşındaki gelin, kayınpeder Yahya Çavuş ve kayınvalide Ümmühan Hanım'la birlikte İslamköy'de kalır.

   Devlet genç Demirel'i ABD'ye gönderince ayrılık uzar. Hasretin bitmesi için bir yıl daha gerekecektir. Dönüşte Demirel'e Adana'da görev verilir. Cemal Paşa Mahallesinde bir ev kiralarlar. Adana'dan Ankara'ya kira evlerinden diğerine taşınılan memuriyet günlerinde evlere çekidüzen verilmesi, gerekli eşyaların alınması hep Nazmiye Hanım'ın üzerindedir. Bu sorumluluk duygusu hiç değişmez...
  
   Politikanın ihanetlerini, askeri darbeleri, sürgün ve gözaltılarını dirayetle karşılayan Nazmiye Hanım'ın hayatını etkileyen çok üzücü bir olay var : Evliliklerinin üç yılı bile dolmadan geçirdiği ateşli bir ağır hastalığa uygulanan yanlış tedavi sonucu çocukları olamayacaktır. Bu nedenle 1951 yılını,"hayatımın  en üzüntülü günleri" diye niteler..
   Nazmiye Hanım, burs kazanan eşiyle birlikte gittiği Amerika'dan döndüğünde ; onu son derece modern giysiler içinde, Chevrolet marka otomobilin direksiyonunda görenler çok şaşırır. Otomobil kullanmayı Amerika'da öğrenmiştir. .
 
   Artık DSİ Genel Müdürlüğüne tayin edilen bürokrat Süleyman Demirel'in eşi sıfatıyla resmi balolarda, gecelerde eşini hiç yalnız bırakmaz. Her zaman şık ve bakımlıdır, ama yine de göze batmamayı becerir, dans ederken bile..
 
   Başkalarının yanında eşinden "Süleyman Bey" diye söz eder, evde de ancak çok yakın aile çevresinde, hele  Demirel de yoksa, eşinden "bizimki" diye söz ettiği de olur.
   Politikaya ilgisiz görünür, ancak Demirel'in deyişiyle her şeyi yakından izler ve bilir. Evlerine çok girip çıkan gazetecilerden Nazlı Ilıcak, Nazmiye Demirel için şunları söyler : Müdahale eden biri değildir., ama gazeteleri takip eder ve kendi düşüncesini söyleyen biridir. İddialı ve münakaşacı biri değildir, ama eşi üzerinde hiç etkisi yok da diyemeyiz. Her kadının eşi üzerindeki etkisi kadardır, doğal aile ilişkisi içinde olduğu kadardır.."
 
   Gazeteci Lütfi Oflaz'a göre Nazmiye Demirel eşinden güç alan bir kadındır. Semra Özal ise eşine güç veren...
 
   Demirel üstünde çok etkili olan ama baskı kurmayan bir kişilik.. Sabah gazetelerini kocasından önce okuyan ama zeytini eliyle yerleştirip, yağına ekmek banmayı da kararlılıkla sürdüren bir kadın.. Evdeki sıcaklığının ve rahatlığının aksine Nazmiye Hanım protokolde serinkanlı, heyecansız bir profil çiziyor. Prof.Dr. Nur Vergin, elli yıldır toplumsal rolünü kimseyi kırmadan yapmış olmasının bile Nazmiye Hanım'ın ne kadar zeki olduğunun bir kanıtı olduğunu söylüyor..
 
   Onu aşırı duygulu gören pek yok gibi. Ancak duygularını saklasa da sözünü hiç sakınmamasıyla ünlü. Örneğin bir iş gezisi için gazetecilerle birlikte Isparta'da iken, bir iş adamı "İslamköy'de binlerce kapasitesi olan bir fabrika kuracağım" diye anlatırken, Nazmiye Hanım dönüyor, "Yok canım, nasıl yapacaksın ?" diyerek adamı bozuveriyor. Aynı tavrı eşine de gösteriyor. Örneğin Demirel etrafını saran gazetecilere, o tipik gerdan kırma hareketini yaparak keyifle övünürken, "Aman ne kadar akıllısın, vah vah.." dediğini duyan o kadar çok ki !..
   Onun dobralığına bir başka örnek de ; bir yurt dışı  gezisinde uçakta gazetecilere bir şeyler anlatan Süleyman Bey'in eline vurup "Çok atıyorsun yine" deyivermesidir.. Belki de onun bu dobracı tavrından dolayı Demirel'in, kendisine konuşma izni vermediğine yönelik haberler bu yüzden çıkmıştır dönem dönem..
 
   2000'lerin başına kadar bol bol yaptığı gül reçellerini Meclis muhabirlerine dağıtmaktan keyif alan Nazmiye Hanım evine ve alışkanlıklarına o kadar bağlı ki ; Demirel cumhurbaşkanı olduğunda "Çankaya'ya taşınmamız şart mı, işleri buradan idare edemez misin ? " diye adeta yalvarır. Ancak "Bu benim irademin dışında" yanıtını alınca çaresiz bavulları toplar...
 
   Son derece isteksizce gittiği Çankaya'da geçirdiği yılların onun en keyifsiz dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Köşk'te çok az değişiklik yapmış olması da bunun bir göstergesi gibidir...

( AYÇA ATİKOĞLU'nun "Cumhurbaşkanı Eşleri" kitabından derlenmiştir )   
12 May 14:53

HORBO, Gazeteci vurmuş adam!- Lokman Erdoğan

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)
İnsanoğlu ne çabuk unutuyor ve inkâr ediyor. Hayat böyledir işte beylik cümlesi ile hayatı kurtarmak mümkün olsaydı keşke hafta içinde haber bültenlerine bir Ogün,Yasin ve Emre’yi sahaya sürenlerin ilk saha adamı unvanını taşıyan Üzmez ile ilgili verilen hapis cezası ve onun yırtık paltosu,titreyen dizleri ve ellerinin verdiği mesajı anlamak için zihin okuması yapmaya çok uzağa gitmeye gerek yok.

En son bu ülkeye şeriat gelmeli diye demeç veren ve bu demeçten sonra Sincan Cezaevinde kesinleşen hapis cezasını yatmaya başlayan Üzmez’in hayatının bu günün bazı kudretli isimlerine mesaj ve ibret olmasını umut ederim. Çünkü Allah maskeyi yırtmadan bu dünyadaki mühleti bitirmiyor ve ibret üstüne ibret…

Aslında bu gün “Oslo, Muz ve Dershane” başlıklı yazımı tamamlayacaktım lakin Horbo’nun mahkeme heyeti karşısında titreyen elleri ve dizleri perişan hali beni arşivdeki bir yazıyı günümüze işaret olsun diye okurlarla tekrar paylaşmak zorunda bıraktı. Benim düşüncem o dur ki Horbo’nun hayatından bu güne anlamlı mesajlar vardır. Aşağıdaki linkler bu konuya devamındaki yazılar ise farklı bir okumaya yol açacaktır.

http://www.sabah.com.tr/Gundem/2012/11/14/huseyin-uzmeze-bir-sok-daha
http://gundem.milliyet.com.tr/huseyin-uzmez-ve-kizin-annesine-hapis-cezasi/gundem/gundemdetay/14.11.2012/1626942/default.htm

Yukarıda haber linkleri ve ile birlikte aşağıdaki yazının bir kere daha okunması gerektiğini düşünüyorum Bu sebeple Bugünü anlamak için düne ve yarına bakmak lazım der düşüncenin vadilerinden doludizgin geçenler.  Ve “Bir olayı yorumlarken önce bu olaydan kim karlı çıktı diye düşünmek lazım” şeklinde tamamlarlar cümlelerini…
Bu günün gündemi aslında dününde gündemiydi.

Belli ki yarınında gündemi de, bu günlerde pişiriliyor.

Tarihler 26 Nisan 2008 gösterirken ajanslara düşen bir haber Türkiye’nin ve has adamların üzerinde oynanan bir oyunun daha ortaya çıktığını göstermesi bakımından önemli mesajlar barındırarak gündeme otururken mevcut iktidarın ümit ettiği ve Sivil Toplum baskısı ile gündeme aldığı anayasa değişikliği öncesi hazırlanan esaslı bir plan daha bozuluyordu.

Türkiye böyle oyunlara alışkındı aslında. 

Lakin aktör,  üzerine yeni döneme uygun bir sos dökülünce oyun, yeni bir oyun gibi hayat sahnesine düşüyor ve sadece düşmekle kalmıyor binlerce insanın zihnini bulandırıyordu.
Aslında herkes her şeyi biliyordu.

Bilginin birde hikmet boyutu var. Konumuz o değil tabi ki…

Ajanslar “Vakit Gazetesi yazarı H.Üzmez Bursa’nın Mudanya İlçesi’nde 14 yaşındaki B.Ç.’ye tecavüz ettiği –olaya daha sonra cinsel istismar davasına dönüştü- iddiasıyla tutuklandı.” Cümlesini son dakika bilgisi ile kamuoyuna duyuruyorlardı.

HÜ’nün tutuklanması ile birlikte din, dindarlık, ahlak, inanç ve birçok kutsal kavram ülke gündeminde tekrar birinci konu oluyor. Konuyla ilgili zihin ve mide bulandıran binlerce haber ve görüntü ekranlardan akmaya başlıyordu.

1952 yılında 22 Kasım’da dönemin başbakanı Menderes’in ilde olduğu gece Malatya’da saldırıya uğrayan Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’a sıkılan kurşunlar, silahı sıkan elin yetiştiği daha doğrusu yetiştirildiği iklimin hala sistematik bir şekilde eli silah tutan adamlar yetiştirdiğini görüyor ve hayretler içinde kalıyoruz.

Bu örtülü ve yönlendirme organizasyon sadece eli silah tutan adamlar mı yetiştirir. Tabi ki hayır. Gazeteci, yazar, istihbaratçı, siyaset adamı, beyaz, siyah, sembol yeşiller, fanatik ideologlar, esaslı konuşan din adamları, sekreter seven teologlar, kaset koleksiyoncusu yıldızlılar, ömrünü siyasete adayan adamlar, kendi kendini mehdi ilan eden haşhaşi bakışlı bol soslu zatlar, bilim adamı, sözüne güvenilir hukukçular liste uzar gider…

Malatya’nın merkezine bağlı 15-20 köyün birleşmesinden oluşan İzollu Aşiretinin ileri gelenlerinden olan, 15-16 Şubat 1975 Malatya olaylarında adı sık sık geçen Şerif Dursun, H.Ü ile 1951 yılında Malatya’da Gazeteci A.E.Y’na yapılan suikasta adı geçen isimdir. Ve bu olaydan tam 25 yıl sonra Malatya Olayları’nda sahneye tekrar çıkmış. TÖB-DER’i basan kalabalığın önünde sahnedeki rolünü almıştır. Tıpkı H.Ü’nün Refah – Yol İktidarının en zorlu günlerinde aranan medya yüzü olması gibi…

17 Mayıs 2006 tarihinde Danıştay 2. dairesine Alparslan Arslan adlı avukatın gerçekleştirdiği saldırıda  Danıştay İkinci Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin ölürken aralarında daire başkanı Mustafa Birden’in de yer aldığı dört üye ise yaralanmıştı. Bu saldırı ile oluşturulan hava 1952 yılının 22 Kasım gecesinde Malatya’da vurulan gazeteci, o zaman ki Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı A.E.Y vakası sonrası ile benzerlik taşıyor. Aralarından yarım asırdan fazla bir zaman olan bu iki olayın aslında benzeyen en önemli taraflarından bir tanesi dönemin Demokrat Parti hükümetinin olayın gelişim hızı karşısındaki şaşkınlığıydı diye biliriz. Birde HÜ’nün A.E.Y ile görüşürken söylediği: “ Beni, sizi vurmaya mecbur etmişlerdi. Vurmasaydım beni öldürürlerdi” sözleriydi. Fakat bu esaslı itiraf koparılan gürültünün ortasında hiç duyulmadı ve daha doğrusu birileri bu itirafın duyulmasına izin vermediler.

1954 yılında Malatya’da dünyaya gelen 19 Ocak 2007 tarihinde saat 15:00 sıralarında, genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesinin Şişli Halaskârgazi Caddesi üzerindeki binası önünde yazılarını okuyan, kafası bozulan  bir Ortaokul mezunu olan ve lise birinci sınıftan okulu bırakan  17 yaşındaki Ogün Samast’ın silahlı saldırısı neticesinde hayatını kaybeden Hrant Dink operasyonunun yakalanan ve korunan organizatörleri de,  Zirve kitapevinde işlenen cinayetin vahşet boyutları da, Müslümanlar arası nifak tohumlarının atılmasının sağ duyulu açıklamalarla engellendiği CAH (Cübbeli Ahmet Hoca) vakası da bu ince çalışmaların bir meyvesi olarak görülmelidir.

Sadece bu isimlerle sınırlı değildir bu liste…

DGM’nin ağır abisi N.M.Y’nin hangi iklimlerden esen rüzgârın etkisi ile daha önce soruşturma açamaya gerek görmediği bir dosya ile ilgili olarak tutuklama kararı çıkarttığı artık karanlıkta kalan bir bilgi değildir.

Toplum hafızasındaki yeri de bellidir.

CAH bu sürecin son halkasıdır.  Zekidir ve belagat sahibidir. Lakin oyunda verilen rolü oynamak zorunda kalmıştır. Şimdi demir parmaklıklar arasındadır.

Bu yazımızın ilham kaynağı televizyon televizyon gezerek 28 Şubat sürecinin hazırlanmasını sağlayan ve ikide bir “Ben gazeteci vurmuş adamım”  diyerek kitleleri ustaca ajite eden eşkıya Çolak Memo’nun oğlu Horbo yani Hüseyin Üzmez’in hikâyesidir…

1952 yılında AEY’na “Beni, sizi vurmaya mecbur etmişlerdi. Vurmasaydım beni öldürürlerdi.” Diyen HÜ’nün bu sözlerinin üzerine o gün gidilseydi. Ya da o gün bu sözlerin üzerine düşünüle bilseydi. Türkiye’de bu kanlı ve karanlık yarım asır yaşanmaz mıydı acaba.

Birinci Dünya savaşında gazi olan lakin Kurtuluş Savaşında ise Malatya dağlarını mesken tutarak eşkıyalık yapan Çolak Memo köy basıp kadın kaldıran ve bunlarla evlenen bir eşkıya olarak tanınırdı. Düşünün bir kere bütün erkekler cephede HÜ’nün babası dağda eşkıyalık yapıyor. Eşkıyaların o dönemde nasıl bir rol üstlendiğini bilmeyen yoktur sanırım.

H.Ü’nün annesi ile de bu şekilde evlendi, gördü ve evi basıp kaçırdı. Kahramanlık öyküsü mü yoksa bir ahlaksızlık ve ilkesizlik öyküsü mü? Eşkıya Çolak Memo’nun bir oğlu oldu adını Hüseyin koydular. 

Annesi ise oğlunu ısrarla Horbo diye sevmeye ve çağırmaya devam etti.

Eşkıya Memo’nun oğlu Horbo 15-16 Şubat 1975 Malatya Olaylarının aktörü olan Şerif Dursun ve Muhuttin Şanlıoğlu ile birlikte 17 Mayıs 2006 tarihinde Alparslan Arslan’dan yarım asır önce iyi bir iş çıkardılar.  AEY olayı üzerinden kopan fırtınanın altında kimler kalmadı ki. Baskılar ve yönlendirmeler sebebiyle dava çığırından çıkarıldı. Menderes’i idama götüren yola ilk taş döşendi. Büyük Doğu Cemiyeti Malatya Şubesi’ne bağlı Büyük Doğu üyeleri ve yöneticileri tutuklandı. Olayları rüyasında bile görmeyen, haberleri olmayan kişiler tutuklanarak hadisenin vuku bulduğu Malatya’ya elleri kelepçeli ayakları prangalı olarak sevk edildiler. Olaydan bir ay kadar sonra Osman Yüksel Ankara’da, Necip Fazıl ve Cevat Rifat İstanbul’da, Mustafa Bağışlayıcı Samsun’da tutuklandı. . Bu olayın hemen ardından başta Meclis’teki muhalefet partisi olmak üzere bazı gazeteler Türkiye’de ‘irtica var’ yaygarasına sarılır. Başbakan Adnan Menderes bunun üzerine Isparta savcılığına talimat vererek, Türkiye’de irticai hareketler hakkında araştırma yapılmasını ister.

Abdullah Yeğin ve Hüsnü Bayramoğlu da tevkif edildiler. Samsun’da Büyük Cihad Dergisine açılan dava kapsamında Bediüzzaman ve birçok talebesi için yeni bir süreç başlatıldı.
Eşkıya Çolak Memo’nun ilkokul mezunu oğlu HÜ aslında iyi bir çıkarmıştı.  Suikasttan sonra belki de çocukluğunun etkisi ile az kalsın karanlık merkezi ele verecekti lakin ne olduysa oldu sustu. Sözlerinin devamı gelmedi.

Nitekim Necip Fazıl’ın suikastla ilgili söylediği şu sözleri bu gün için bile geçerliliğini koruyan sözlerdir. “Tam gazetemizin tekrar çıkmak üzere bulunduğu anda, bu işin kökünden baltalanmasına, yani kanunî mukaddesat davasının öksüz kalmasına…, Güya bize hücum bahanesi altında, gerçek İslâmiyet’in, hakikî din gayretinin, en ağır hakaretler altında kalmasına…, Allah ve milliyet yolunda en meşru teşekküllerin alçakça kirletilmesine, böylece, dâvamıza destek olarak hiç bir kuvvet kalmamasına…, Bizi tutar gibi olan, hiç değilse hoş görmeye çalışan hükümet elinin “cız!” bizden çekilmesine, apışıp kalmasına ve meydanı düşmanlarımıza boş bırakmasına…, Yüzlerce habersiz ve alâkasız müslümanın tazyik altında inlemesine, taharet bezlerine kadar aranmasına, nihayet umumî bir yılgınlık doğmasına ve kimsede ilerisi için mecal, kanunî mecal kalmamasına…, Toplu ifadeyle, en korkunç bir kâfirin plânla iş görse beceremeyeceği şekilde, mukaddesat davasının, mukaddesat gayretinin, mukaddesat hürriyetinin bir ân için kanun dışı sayılmasına ve tekrar toparlanmak ihtimalini şüpheli gösteren bir yara almasına…İşte bunlara sebep oldunuz! Siz Ahmet Emin’i değil, bizi, iman davasını yaraladınız!”

Yaşı küçük lakin görevi büyük olunca insanın eyleminin yankısı da her dönemde büyük oluyor demek ki.Bu günlerde birileri medya kahramanı yaptıkları daha doğrusu medya yıldızı yaptıkları bir kaç isim üzerinden yeni bir altın vuruş yapmak için çalışıyorlar. Çünkü CAH operasyonu tutmadı.Gerek yazılan senaryo gerekse dini guruplar arasına sokulması planlanan fitneye geçit verilmedi. Gerek İsmailağa cemaatinin hikmet sahibi insanları gerekse ailenin ileri gelenleri fitneye dur diyerek iyi bir sınav verdiler.

Lakin kimse bu oyun son diye düşünmesin. Bu sahnede daha çok oyun var. Bazı örtülü operasyon gurupları hala diri ve emir bekleyen hücreler dağıtılmadı.

Hizbullah, dünya terör tarihine geçen Gaffar Okan suikastını tam bitti artık dediği yıllarda yapmadı mı? Ve sizce o olayın esas adamları ve bütün ekipleri dağıttı mı?

İlk sağ eylemcisi olarak sunulan ve “Müslümanlar da adam öldürür” düşüncesini zihinlere yerleştirenler için Horbo sadece annesinin Horbo’su değildi. O eşkıya Memo’nun oğlu Horbo’ydu ve genlerinin kodlarını, babasının yol haritasını bilenler ve boş bırakmadılar, bırakmazlardı da. Düşünmek lazım birde sormak lazım bir anne evladını adı Hüseyin olan bir evladını neden Horbo diye sevmekte ve çağırmakta ısrar eder. Horboların haritasına  baktığımız zaman Horbo Pudi,  Horbo Pedro,Horbo Jolo,  Horbo Badar isimlerinin en çok hangi ülkede kullanıldığını görürüz.

Batı Ermenistan’da bulunan bir gölü oğluna ismin olarak seçen H.S.Y’nin(H
üseyin Soner Yalçın)
Bursa’nın Mudanya ilçesinde 14 yaşındaki B.Ç’ye cinsel istismarda bulunduğu iddiası ile yargılanan Vakit Gazetesi yazarının -artık yazarı değil- ekranlardaki görüntüsüne bakarak içinin acımasının sebebini merak etmiş Horbo’nun ilk sağcı eylemci unvanı ile yıllarca piyasa malı yapılmasının bir sırrı olduğunu düşünmüştüm. Bu günlerde ise Horbo’lar kendilerine uygun görülecek görevini eksiksiz yerine getirmek için bekliyorlar. Bazı davaların seyri ve iktidarın bazı isimleri ne yazık ki nüvelere ulaşılmasını sistematik ve “tamam efendimci” bir yaklaşımla ustaca engellemeyi becerdiler. Önce operasyonlar durdu. Sonra davalar sulanma sürecine terk edildi. Şimdi ise benzer davalara TBMM operasyonu ile ayar veriliyor. Şike Davası için TBMM’nin sarf ettiği enerji bunun ispatıdır. Şimdi sırada ne var diye sorarsanız. Tabi ki Ergenekon Davası’nın rotasını değiştirmek var. Yanılmak isterim lakin yanılmadığımı biliyorum.

16 Kasım 2012
 http://numannuh.com/2012/11/16/horbo-gazeteci-vurmus-adam/
12 May 14:46

Roni Margulies anlattı: Taraf'tan niye ayrıldım?

by noreply@blogger.com (yüksek ökçe)
Başka birçok yazarla birlikte Taraf gazetesinden ayrılan ve bu cumartesiden itibaren her hafta cumartesi günleri Marksist.org'da yazacak olan Roni Margulies, Taraf'tan neden ayrıldığını yazdı:
"Taraf gazetesine bir operasyon uygulanıyor. Ne olduğunu henüz bilemiyoruz. Ama bir patron durup dururken kendi ürününü berbat ederse, ürünü başarıyla üreten kişileri durup dururken gözden çıkarırsa, ya delirmiştir ya da başka bir planı vardır. Delirmediğine göre, başka bir plan var.
Beş yıldır gazeteye hiç müdahale etmeyen bir patron, niye ansızın etmeye başladı? Tiraj yükseliyorken, niye Yazı İşleri kadrosunu ve Yayın Yönetmeni'ni kaba bir müdahaleyle değiştirmek ihtiyacı hissetti? Bu müdahale karşısında önde gelen yazarlarının hemen hemen hepsini kaybedeceği ortaya çıkınca niye umurunda bile olmadı?
Dedim ya, delirmediğine göre, başka bir plan var.
Bu plan, henüz bilemediğimiz bir kaynaktan gelen para karşılığında, barış sürecine daha kuşkulu yaklaşan, hükümete daha sertçe muhalefet eden bir gazete yaratmak olabilir. Çoğu arkadaşımız bu kanıda. Bu senaryo bana da makul geliyor, ama kesinlikle bilemiyoruz.

Gazetenin siyasî hattının değişmesi, normal koşullarda, beni ilgilendirmezdi. Geçmişteki hattıyla da zaten her zaman hemfikir değildim. Benim yazdıklarıma müdahale edilmediği sürece ben yazmaya devam ederdim.

Ama önce Kurtuluş'un, sonra Markar'ın Yazı İşleri'nden atılması ve bu şekilde Oral'ın istifaya itilmesi kabul edebileceğim şeyler değil.

Nabi'yle Ümit ayrıldığında, Ahmet'le Yasemin ayrıldığında ben devam ettim. Atılmamışlardı, ayrılmışlardı. Ayrılırken geri kalanlarımızla konuşmamışlardı. Kendi kararlarıydı.

Bu kez durum farklı. Kurtuluş, Markar ve Oral kendi kararlarıyla değil, patron yaptırımıyla ayrılmak zorunda kaldı.

Taraf okurlarından "Sana ne onlardan, sana müdahale edilmiyordu ki, sen yazmaya devam et" şeklinde çok sayıda mesaj aldım.

Bu mesajları yazanların gözden kaçırdığı şu: Biz çalışanların (özellikle sendikacılığın dibe vurmuş olduğu Türkiye'de ve özellikle basın sektöründe) patronlar karşısında tek bir silahı var: Dayanışma.
Etkili olsa da olmasa da, o var ve başka bir şey yok. Onu da kaybettiğimiz gün, elimizde hiçbir şey kalmayacak.

Bunları "Ey devrimci, ey devrimci" nidalarıyla yumruğumu havaya kaldırarak yazmıyorum; "şanlı direnişimiz" havasında değilim. Aksine, hayatımda en severek yaptığım işi kaybetmek gerçekten moralimi bozdu, keyfimi kaçırdı, zor oldu.

Ama dayanışma duygumu kaybetmek çok daha kötü olurdu."

 http://www.marksist.org/haberler/11403-roni-margulies-anlatti-taraftan-niye-ayrildim
12 May 13:56

anneler gunu (kaplanalp yapti)


08 May 13:23

Facebook Günde 14 Defa Kontrol Ediliyor

by Business Intelligence
mobil

Sosyal ağların aplikasyonlar aracılığıyla mobil cihazlara entegre olmasından sonra, sosyal ağlardan bir an olsun kopmak istemeyen kullanıcılara her an ve heryerde erişim imkanı doğdu. Geçtiğimiz Mart ayında International Data Corporation (IDC) tarafından Facebook adına yapılan araştırmanın sonuçlarına göre; 18-44 yaş arası ABD’li kullanıcılar, gün doğumundan batımına kadar mobilitenin avantajlarından yararlanıyorlar.

Akıllı telefonlar, günün her anında önemli bir yere sahip. Öyle ki; araştırmaya katılan akıllı telefon kullanıcılarının %62’si sabah uyanır uyanmaz, %79’u ise uyandıktan 15 dakika içinde cep telefonlarını kontrol ediyor. Bu oranlar gençlerde ise çok daha yüksek; 18-24 yaş arası her 4 kullanıcıdan 3’ü uyanır uyanmaz, her 10 kullanıcıdan 9’u ise uyandıktan 15 dakika içinde cep telefonlarını ellerine alıyorlar.

Akılıı telefon kullanımı

Araştırma sonuçlarına göre akıllı telefon kullanıcılarının Facebook kullanımlarına bakıldığında ise, mobil cihazlarından günde ortalama 14 defa Facebook’u ziyaret ettiklerini ve günde toplam yarım saat vakit geçirdikleri görülüyor. Facebook üzerinde gerçekleştirilen aktivitelerde ise “newsfeed” yani haber kaynağını kontrol etmek başı çekiyor ve günde 7 defa (günde ort. 16,4 dk) olarak gerçekleştiriyor.

Mobil Facebook Kullanımı

Mobil cihazlardan Facebook üzerinde gerçekleştirilen diğer aktiviteler ise mesajlaşmak ve durumunu ileti veya fotoğrafla güncellemek. Günde ortalama 4 defa (9,5 dk) mesaj kutusu kontrol edilirken; 2,7 defa durum güncellemesi (6,6 dk) yapılıyor.

Kaynak: eMarketer

07 May 13:45

ZenithOptimedia Global Reklam Harcaması Tahminleri

by ZenithOptimedia
Zenith

ZenithOptimedia
ZenithOptimedia olarak, 2013 yılında global reklam harcamalarının %3,9 oranında artacağını ve yıl sonunda 518 milyar dolara ulaşacağını öngörüyoruz. 2007′deki ekonomik darboğazın başlangıcından beri olduğu gibi, bu büyüme 2013 yılında ortalama %8,2 büyümesini öngördüğümüz Yükselen Pazarlar* tarafından domine edilecektir. Euro Bölgesi krizinin etkisiyle “Doygun” pazarların büyüme oranının %1,8′de kalacağını tahmin ediyoruz. Önümüzdeki iki yılda hem “Yükselen” hem de “Doygun” pazarlarda büyümenin artmasını, 2015 yılında sırasıyla %9,4 ve %3,5′e ulaşmasını bekliyoruz.

Büyümeyi internet reklamcılığı sağlıyor

Reklamın daha iyi ölçümü, daha iyi hedefleme ve mobil cihazlarla entegrasyon gibi teknik inovasyonlarla güdümlenen İnternet reklamcılığı, diğer mecralara göre harcamalardaki en büyük artışı sağlamaktadır. İnternet reklamcılığının 2013 yılında %14,4, geleneksel medyanın ise %1,6 büyümesini öngörüyoruz.

İnternet reklamcılığı alanında en hızlı büyüyen araç yıllık %20 büyüme ile “display” reklamlarıdır.

Display reklamları, her ikisi de yılda yaklaşık %30 büyüyen online video ve sosyal medya reklamlarındaki hızlı yükseliş ile desteklenmektedir. Arama motorlarındaki sürekli gelişim (reklamlar içinde daha zengin ürün bilgisi ve görseller) “paralı arama” reklamlarında  sağlıklı bir büyüme yaşanmasına sağlamaktadır. “Paralı arama” reklamlarının 2015′e kadar yılda %13 artmasını öngörüyoruz. İnternet reklamcılığındaki artışın çoğu basılı reklamın zararına olmaktadır. İnternet reklamcılığının reklam pazarındaki payının 2012′deki %18,0′dan 2015′te %23,4′e yükseleceğini, gazete ve dergilerin payının ise yılda ortalama %1-2 oranında azalmaya devam edeceğini tahmin ediyoruz. 2015 itibariyle online reklam harcamalarının basılı reklamları geçeceğini öngörüyoruz.

Yükselen pazarlar öncülük yapmaya devam etmektedir

Ülke bazında büyümeye baktığımızda, dünyanın her yerinden daha üstün performans gösteren pazarın “Yükselen” Pazarlar olduğunu görmekteyiz. ZenithOptimedia tahminlerine göre, Yükselen Pazarlar 2012 ile 2015 arasındaki global reklam harcaması artışının %63′üne katkı yapacak, global reklam harcamalarındaki paylarını %34′ten %38′e çıkaracaktır.

Latin Amerika, Hızla Gelişen Asya**, Doğu Avrupa ve Orta Asya pazarları yüksek büyüme gösteren pazarlardır ve 2012 ile 2015 arasında beklenen ortalama yıllık %10 ila %11′lik bir büyüme ile dünyanın geri kalanının açık ara önündedir. Bu hızlı büyümeye rağmen, ABD hala global pazara en çok yeni reklam geliri sunan ülkedir. 2012 ile 2015 arasında global reklam harcamalarına eklenecek 76 milyar $’ın %28′ini ABD’nin tek başına sağlayacağını tahmin ediyoruz.

Dünya genelinde ilk 10 sıralamasında değişimler

2012 ile 2015 yılları arasında en büyük on reklam pazarında bazı değişiklikler olacağını öngörüyoruz. ABD, Japonya, Çin ve Almanya ilk dörtteki yerlerini korurken, Avustralya ve Güney Kore sırasıyla sekizinci ve onuncu pozisyonlarını koruyacaklardır. Buna karşın, Birleşik Krallık beşincilikten altıncılığa düşerken, Fransa’nın yedincilikten dokuzunculuğa ve Kanada’nın ilk onun dışına düşeceğini tahmin ediyoruz. Brezilya beşinciliğe, Rusya ise onbirinci sıradan yedinci sıraya doğru yükselecek.

Güçlenen ekonomi  reklam harcamalarını dünya çapında arttıracak

Bu yılki %3,9′luk reklam harcaması artışı tahminimiz Aralık’taki %4,1 tahminimizden biraz düşüktür. Bunun temel sebebi 2012′nin beklediğimizden iyi geçmesi ve daha zorlu koşulları 2013′e bırakmasıdır. Dolar bazında, 2013 tahminimiz son tahminlerin bir miktar (430 milyon $) ilerisindedir.

Ekonomistler global ekonomik büyümenin önümüzdeki üç yılda hız kazanmaya başlayacağı konusunda görüş birliğindedir. Avrupa Bölgesinin bu yılın sonlarına doğru ekonomik durgunluktan çıkmaya başlaması gerekir ki, bu da dünya ticaretinde katalizör görevi görecektir. Global reklam pazarının ekonomi ile paralel şekilde güçleneceğini bekliyoruz, yine de tahmin dönemimiz süresince reklam harcamaları artışı GSYİH artışının gerisinde kalacaktır. 2014 ve 2015 için büyüme tahminlerimiz değişmemiş, sırasıyla %5,0 ve %5,6 olmuştur.

ZenithOptimedia Group Global CEO’su Steve King, “Global ekonomi güçlendikçe, şirketlerin işlerini büyütmeleri için yeni fırsatlar ortaya çıkacaktır” der. “Reklam yeni ürün lansmanlarında ve yeni pazarlara girerken gerekli bir araçtır, ve reklamcılar yatırımlarının geri dönüşünü artırabilecekleri her an bütçelerini de artıracaklardır”

* Doygun Pazarlar, Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Japonya’yı; Yükselen Pazarlar ise geriye kalan tüm ülkeleri kapsamaktadır. Hızla gelişen Asya ülkeleri ise; Çin, Hindistan, Endonezya, Malezya, Pakistan, Filipinler, Tayvan, Tayland ve Vietnam’ı temsil etmektedir.

ZenithOptimedia Hakkında
ZenithOptimedia – www.zenithoptimedia.com – 74 ülkedeki 250 ofisiyle önde gelen bir global medya hizmetleri ağıdır. Dünyanın en büyük üçüncü iletişim grubu, ikinci en büyük medya danışmanlığı ve satın alma grubu olan Publicis Groupe’nin bir parçasıdır. Pazarlama harcamalarının etkinliğini artırmak için özenli ve nesnel bir yaklaşım uygulayan ilk ajans olan ZenithOptimedia, müşterilerine iletişim yatırımlarından olası en iyi getiriyi kazandırmaktadır. Bu felsefe satın alınan, sahip olunan ve kazanılmış (paid, owned, earned) iletişim noktaları (Live ROI planlama süreci) özelinde eşsiz bir strateji geliştirme ve uygulama yaklaşımıyla desteklenmektedir.  ZenithOptimedia şirketler grubu müşterilerini iletişim planlama, değer optimizasyonu, performans pazarlama ve içerik yaratma gibi konularda entegre yeteneklerle donatır.  Müşterileri arasında Armani Group, ASUS, Aviva, BBC Worldwide, British Airways, Electrolux, General Mills, Lactalis, LMVH, Nestlé, News Corporation, L’Oréal, Oracle, Puma, Qantas, Reckitt Benckiser, Richemont Group, Royal Bank of Scotland, Sanofi, Telefónica O2, Toyota/Lexus, Verizon ve Whirlpool bulunmaktadır.

ZenithOptimedia’nın tahminleri hakkında
ZenithOptimedia’nın Reklam Harcaması Tahminleri Raporu, 79 ülke için mecralara göre reklam harcamaları öngörülerini içermektedir.  1987′den beri sürekli olarak yayınlanmaktadır, ve dünyanın her yerinden ajanslar, medya şirketi sahipleri, bankalar, analistler, danışmanlar, akademisyenler ve hükümetler tarafından kullanılmaktadır.

06 May 13:53

Kristal Elma tarihi: Basında en iyiler

by Akın Arslan


Türkiye’nin ilk reklam yaratıcılığı yarışması Kristal Elma 25. yaşını “Kristal Elma Yaratıcılık Festivali” ile kutluyor. Peki geride kalan 24 yılda neler oldu? Hangi işler ödül kazandı? Bu soruların cevaplarını bulabileceğiniz “Kristal Elma tarihi” serisine basın dalında büyük ödül kazanan işlerle başlıyoruz:

1- Manajans Thompson, IBM Bilgisayar

 

2- Y&R / Reklamevi, Mudo

 

3- Era Tanıtım, Vakko

 

4- Y&R / Reklamevi, Komili Zeytinyağı

 

5- Y&R / Reklamevi, TEB Özel Bankacılık

 

6- Y&R / Reklamevi, Beymen, Beymen Club

 

7- Ajans Ultra, Gön Deri

 

8- Y&R / Reklamevi, Borusan Oto, BMW 5 serisi

 

9- M.A.R.K.A., Zeki Triko, Güneşi Özledik

 

10- Acente, Feyzi Kutman

 

11- Medina Turgul DDB, Doğuş Otomotiv, Volkswagen

 

12- 3. Kuşak, Turkcell, Yavru Vatan Kıbrıs

 

13- Total İletişim, İş Bankası Kültür Yayınları, Hikaye

 

14- TBWA\İstanbul, Beko, Beko Forklift

 

15- TBWA\İstanbul, Beko, Beko Flat TV

 

17- Concept, Tariş Zeytinyağı

 

18- Cafe Del Mondo, DDB&Co. İstanbul

 

19- Grey İstanbul, Akşam Gazetesi

 

20- Alice BBDO, Mercedes-Benz

 

21- Leo Burnett İstanbul, Max Factor

 

22-Grey İstanbul, Google

 

23- DDB&Co. İstanbul, CNN Türk

 

24- TBWA\İstanbul, Tivibu, Geleceğe Dönüş

 

 

05 May 17:17

Cihan Harbine Doğru Türkiye

Parvus Efendi - Ayrıntı Yayınları
idefix Fiyatı : 20,00 TL (Kdv Dahil) - İskonto : % 20

Cihan Harbine Doğru Türkiye adlı bu derlemenin yazarı Alexander Israel Helphand Parvus (1867-1924), namı diğer Parvus Efendi 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarının en ilginç sosyalistlerinden biridir. Daha 1894'te yazdığı bir makaleyle Lenin'in dikkatini çekmiş, Rosa Luxemburg'un yakın arkadaşı olmuş, Troçki'nin 1905 Devrimi arifesinde "sürekli devrim" kuramını geliştirmesine önemli katkılarda bulunmuş, 1905 Rus Devrimi'nde rol almış, dönemin sosyal demokrat dünyasının Kautsky ve Rosa Luxemburg gibi önde gelen simalarıyla kişisel ilişki kurmuş, hayatının son döneminde de Weimar Cumhuriyeti'n...Devamı için tıklayınız
02 May 11:35

Online yayıncılık hakkında 15 önemli bilgi

by Hakan Erdem


Yayıncıların hedef kitle oluşturma ve gelir elde etme çabaları, online ortamda gerçek hayattan daha zor bir hal alıyor. Her geçen gün sayıları artan yayıncılar, okuyucuların dikkatini çekmek için büyük bir rekabet içindeler. Diğer yandan, online reklam fiyatları düşmeye devam ediyor. İşte böyle bir ortamda online ve mobil reklamcılıkla ilgili bilgiler yayıncılar için önemli bir hale geliyor.

İşte online yayıncılık hakkında 15 önemli bilgi:

1- Bugün itibarıyla dünyada en az 14,3 trilyon internet sayfası yer alıyor. (WorldWideWebSize.com)

2- Geçtiğimiz yıl, ABD’de 5,3 trilyonun üzerinde görüntülü reklam kullanıldı. (ComScore)

3- ABD’deki internet trafiğinin yüzde 23,1′i mobil cihazlardan geliyor. (Walker Sands)

4- ABD’deki reklamverenlerin yüzde 10′u mobil reklama bütçe ayırıyor. (Kleiner Perkins Caufield & Byers)

5- 2011 yılıyla karşılaştırıldığında, üst düzey internet sitelerinin online video reklam fiyatları yüzde 10-15 oranında düştü. (Brightroll)

6- 2012′nin dördüncü çeyreğinde, 2011′in dördüncü çeyreğine göre yüzde 6 oranında daha fazla reklam gösterimi yapıldı. (ComScore)

7- Reklam satışı yapan en iyi 10 şirket, pazarın yüzde 72′sini de kontrol ediyor. (IAB)

8- Google ve Facebook’u saymazsak, 2012 yılında görüntülü reklamlar yüzde 3,8 oranında büyüdü. (Pivotal Research)

9- E-ticaret şirketleri hariç, online reklamcılık en az yüzde 10 oranında büyüdü.  (Pivotal Research)

10- Yayınlanan reklamların yüzde 31′i tüketiciler tarafından hiç görülmedi. (ComScore)

11- ABD’deki internet trafiğinin yüzde 29′u botlardan sağlanıyor. (Solve Media)

12- The Huffington Post her 58 saniyede bir hikaye yayınlıyor. (Digiday)

13- 2015 yılında, online görüntülü reklam gelirlerinin yüzde 25′inin real-time bidding’e harcanması bekleniyor. (IDC)

14- Google, arama trafiğinin yüzde 39′u hakkındaki bilgileri kullanıcılarla paylaşmama kararı aldı. Bu, online yayıncıların okuyucularının nereden geldiklerini anlamalarını zorlaştırıyor. (Optify)

15- Bin reklam gösteriminin ortalama efektif fiyatı masaüstünde 3,50 dolarken, mobilde 0,75 dolar. (Kleiner Perkins Caufield & Byers)

 Kaynak: DigiDay

 

 

01 May 13:32

Eğlenceli ve yaratıcı 404 sayfaları

by Akın Arslan


Hemen her gün, aradığımız içeriğin peşinden ulaştığımız bir sitede soğuk bir “404 not found” yazısıyla karşılaşırız ve asık bir yüzle aramaya devam ederiz. Bu hata sayfalarını eğlenceli hale getirmeye çalışan siteler de vardır. İşte o bazı siteler ve “hatalıyım ama sempatiğim de” diyen 404 sayfaları:

“Yedik biz onu” temalı Discovery Channel sayfası

 

Mashable.com, “aradığınız sayfayı bulamadık ama kaybolan çoraplarınızın yerini biliyoruz”

 

AcademicEarth.com

 

Dccomics.com

 

Centresource ve ‘atarlı’ sayfa

 

Hashrocket.com

 

Lego.com

 

“Ben Jack’in kayıp sayfasıyım” IMDb‘nin 404 sayfaları filmlere gönderme yapıyor

 

Yine IMDb, Eternal Sunshine of the Spotless Mind

 

Alkışlarla Yaşıyorum

 

Marvel.com

 

Efsane olmak tam olarak böyle bir şey. The Rolling Stones‘un hata sayfası bile öğretici

 

Metallica.com

 

Path.com ve facepalm

 

Angry Birds’ün yaratıcısı Rovio‘nun hata sayfası

 

Southpark Studios

 

Yine Southpark Studios

 

Ve yine Southpark Studios ve Kenny’nin ölümü

 

StickWithMeBaby.com

 

Eğlenceli hata sayfası denilince ilk akla gelen sitelerden biri, taptaptap.com

 

Toysrus.com

 

Twurn.com

 

Penguin Books‘un “gerçekten çok aradık ama bulamadık” diyen pengueni

 

Yandex.com.tr

 

Oreo, “Birileri Kurabiye Canavarı‘nı serbest bırakmış olmalı”

 

 

29 Apr 08:21

Fırtına Günlerinden Notlar: Fatsa

by mutlu arslan

Fırtına Günlerinden Notlar: Fatsa, 70'li yılların başında devrimci olmuş bir insan ile küçük bir karadeniz kasabası, Fatsa'nın uzun yıllara yayılmış, umutla karamsarlık arasında gidip gelen hikayesini anlatıyor. Hikâyenin hem anlatıcısı hem de yazarı Ayhan ÖZDEN, 60'lı yılların başından günümüze "Fatsa'yı anlatırken kendini", “kendini anlatırken Fatsa’yı” anlatıyor aslında. Ayhan Özden bugüne kadar okuduğunuz ya da neredeyse hep başkalarından dinlediğiniz bütün o “Fatsa hikâyelerinin” bizzat yaratıcılarından biri.

Fırtına Günlerinden Notlar: Fatsa
Yazar: Ayhan Özden
Yayınevi: Kalkedon Yayınları